kaan yilmazer,kanser hastalarını çarpıp kaçan gaspçı,kapkaççı,dolandırıcı cani,vicdansız katiller

kaan yilmazer,kanser hastalarını çarpıp kaçan gaspçı,kapkaççı,dolandırıcı cani,vicdansız  katiller
(kesilecek başlar,üstteki görsele tıklarsan Facebook'a NOT'lara gidersin) #istiklalmarşımadokunma Polis,jandarma kamu yönetimi,kamuoyu,kamu vicdani sizlerden tüm arkadaşlarımızdan,anonim ziyaretçilerimizden yüce Türk milletinden helallik istiyoruz,haklarınızı helal etmenizi diliyoruz. karar:2018/001 ölüm aşagıdaki etiketlenmiş olan "cinayet işleme ustaları" analarının ön bahçesinde,yogurt kasesinde oynar gibi kanser hastalıklarını fırsat bilip insan hayatı ile oynayan "#savcı'da benim,#hakim'de benim,#polis'te benim ne yargısı,ne mahkeme kararı" diyen,çok güçlüyüm "arkamda beni sinkaf edip güç veren koskoca aşiret,meclis üyesi benim gibi bir inbe için #cumhurbaşkanı ile can,ciger konuşacak #fevzi abim var" diyen kanser hastası eşinin vefatından sorumlu oldugu adama,beyefendiye "seni ögle bir yapcamki ölmek isteyeceksin senin için planlarım var seni elimden ölüm kurtaracak" diyen şeref yoksulu düzenbaz namussuzlar vb için çoluk çocuk dahil sülalelerine "seçenek" degil,vicdansızlıklarının bin katı vicdansızlıkla ibretlik yaşayacakları 3 yılda alınmış sonuç kararıdır.. #kamuyönetimi,#kamuoyu,#kamuvicdanı.. #polis,#jandarma,#egm,#receptayyiperdogan beyefendi tarafından bizzat bilgi sunumu yapıldı Google görsellerde bu etiketlere yükleme yapılmıstır TC 21379260482 kimlik nolu ödüllü hötveren (#kaanyılmazer,TC38683695676 kimlik nolu kahpe karısı #serpilyılmazer,TC 31628290764 kimlik nolu lagım faresi ölüme acelesi olan #serapkarabıyık,#süleymanaslan,#mustafagüngör vb.vb) bankaları,iş adamlarını,piyasayı,vergi dairelerini,sigorta şirketlerini kanser hastalarını tokatlayıp,çarpıp iz bırakmadan kaçan ustaca cinayet işleyen karşılıgı hakettikleri ölümü bekleyen cani,vicdansız katiller "Az kaldı" ibretlik geberecek artık kaçış yok.#polis bu katilleri TC kimlik noları ile savcılıklardan sorgula teşekkür ederiz. Buket Turkay,Adalet hanım bize katil demeyiniz ortalık kan gölünede dönse arzu etmesekte getirilen bu kahpece noktada bu namussuzladan hesap sorulacaktır,kıymetli dualarınızı dileniyoruz eskiden bir cinayet işlense insan olarak katilini kınardık bize bir kanser hastasına kahpelikte sınır tanınmadan yaşatılanlar,beyefendiye kan dondurucu planlarla çektirilenler bize kimbilir ne canlar,cigerler yakmıştırda belasını bulmuş diyoruz artık bu namussuzlara bela olmak için hayatımızı önemsemeden burdayız bu noktadayız herşeyimiz aleni ve açıkta ibretlik gelişecek biz bu namussuz cani,vicdansız katillerin önüne ölümü seçenek olarak degil sonuç olarak koyuyoruz,sonuca gidiyoruz bu arada aklınıza gelen heryol denenmiştir,bundan müsterih olunuz) Şıst,şıst millet rahmetlinin başına gelenler ve beyefendiye üç yıldır çektirilenler rahmetli eşi nasıl olsa kanser hastası denilerek çeşitli oyunlarla borç alıyolarmış,ödeyeceklermiş gibi tuzaklara çekilerek rahmetli kapkaç'a ugramıştır iz bırakmadan kaçılıp gidilmiş kahpelikte sınır tanınmamış bir kanser hastasını hayatından bezdirmek ölümünü kolaylaştırmak için hertürlü namussuzluk yapılmıştır bu namussuzları sülaleleri yok edilecek ve bu kahpeligin hesabı vicdansızlıklarının bin katı vicdansızlıkla çoluk,çocuk denmeden sorulacaktı herşeyi kamuoyu önünde siz kamu vicdanına sıgınarak yapıyoruz içinizde arzu eden varsa bizi kamu yönetimine ve resmi kurumlara bildirebilirsiniz bu kadar açıgız.Bu kahpeligi namussuzlugu kaldırmak,tahammül etmek mümkün degil lütfen bizi bozdurulan sinir ve uslubumuzu bagışlayınız,sülalelerini önümüze aldık.Saygıyla arz olunur.Buket Turkay,Adalet hanım. Gözün aydın Türkiye yüce Türk milleti böglesi bi önemli günde 18.Mart Çanakkale zafer bayramının coşkuylan kutladıgımız bi günde Afrin'e girmişik biz herbiryere çetelere,metelere teröristlere herbiryerlerine girerik kahraman Türk Silahlı Kuvvetleri'mizi Kara Kuvvetleri Komutanlığı'mizi yürekten kutluyoz şehitlerini rahmetle Gazi'yi istisnasız tüm gazilerimizi şükranla anıyoz.Dur yolcu bizi okumadan geçme okumadan geçenler kel ay pardon saçsız kalsın.Amin sizlere minnettarız bana laubali diyolarmış beyefendiye şikayet ediyolarmış beyfendide biliyo boşuna çenenizi yormayınız,dograyacagımız asrın çetesi katillere odaklanınız ne için yaşıyoruz degerlerini kahpece kaybetmiş sessiz kalmış bi toplum yarın poposunu kaybetmeye mahkumdur arzu edenler bizim hazırlık yaptıgımız sonuna yaklaştıgımız bu ölümcül operasyondan en üst düzey #kamuyönetimine bildirebilir bizim gizli saklımız yok herbişey kamu oyu önünde ibretlik olcak teşkür deriz.. (dogranacak katiller var,anladıkları dilden eşref vaktine son hazırlıklar) serapkarabıyık lagım faresi cani vicdansız katil gebermek için acele ediyon sana adına özel site açıyorum gebermene,gebermenize azkaldı kahpe Buket #polis,#kaanyılmazer,#serpilyılmazer,#serapkarabıyık,#sülükman,#mustafagüngör (BİZE KATİL DEMEYİN 3.KIZ,1 OGLANDAN BİZE NEE SİZ KÖPEKLERİ PEYDAHLAYIP CAN,CİGER YAKTIRAN OLOSPU ANANIZDAN,ÖDÜLLÜ HÖTVEREN BABANIZDAN BİZE NEE BEYEFENDİYE GÖNDERİYORUZ DEYİP TEHDİT ETTİGİNİZ 110 KİLOLUK ÖDÜLLÜ HÖTVERENDEN BİZE NEE POPONUZ YETMEDİ YETİYOSA 1000 KİLOLUK ÖDÜLLÜ HÖTVEREN GÖNDERİN BİZE NEE ENGELLİ İT'LERİNİZDEN BİZE NEE ARKANIZA ALDIGINIZ GÜÇLÜYÜM DEDİGİNİZ POPONUZA Bİ İNDİRİP,BİR BİNDİRDİGİNİZ AŞİRETİNİZİ,ADLARINA PIYASAYI KANSER HASTALARINI BANKALARI,SİGORTAYI İS ADAMLARINI KARISININ BACAK ARASINI GELİN BURDAN ALIN DEYİP ISLAK İMZA NİYETİNE KULLANARAK TOKATLADIGINIZ MECLİS ÜYENİZİ "BENİM GİBİ Bİ İNBE İÇİN AGZINDAN,BURNUNDAN,KULAKLARINDAN POPOSUNDAN KARISININ,KIZININ ÖNÜNDEN,ANASININ YOGURT KASESİNDEN VERDİREN Bİ ŞEYEFSİZ İÇİN #CUMHURBAŞKANI İLE CAN,CİGER KONUŞCAK FEVZİ ABİM VAR (CUMHURBAŞKANINA SES DOSYASI VB.İLE BİLGİ SUNUMU YAPILDI) DEDİGİNİZ,TEHDİT ETTİGİNİZ DÜMBELEKTEN BİZE NEE VIZ GELİR,KARŞILIGINI ARZU ETTİGİNİZ GİBİ ÜZERLERİNDE İSİMLERİNİZ BİZE GÖRE LAKAPLARINIZ YAZILI ÖZEL MERMİLERLE ALIRSINIZ BİZ HESABIMIZA BAKARIZ VİCDANSIZLIKLARINIZIN BİN KATI VİCDANSIZLIKLA ARTIKIM #KAMUOYU'NUN YÜCE TÜRK MİLLETİNİN GÖZÜ ÖNÜNDE İBRETLİK GEBERMEK ZAMANI) KATİL ARARKENE KURŞUN ADRES SORMAZ BEYEFENDİNİN TAYİN EDECEGİ ZAMANDA BİZ ONA EŞREFİN VAKTİ DİYOZ GİDER BULUR.GENÇ CUMHURİYETİN NİZAMI İLE YASALARI İLE "#SAVCI'DA BENİM,#HAKİM'DE BENİM,#POLİS'TE BENİM DİYENLERE #KAMUOYU ÖNÜNDE,#KAMUVİCDANI ÖNÜNDE PİSLİKLERİN,NAMUSSUZLARIN,ÇAKALLARIN OLOSPULARININ SÜLALECE GEBERME ZAMANI.HAZIR OLUN. Şıst,şıst isteyen bizi ilgi kurumlara,otoriteye bildirebilir,herşey kamuya açık.Tşk. Lütfen tam ekran tıklayınız tam ekran açılmıyorsa bir önceki görsele gidip geri bu görsele dönelim istiklal caddesinden canlı yayın..Açık kimlikler görselin sag tarafındaki altına yorumlarda özet bilgiler sunulmuş bir önceki görselde.. #polis,#jandarma,#egm,#receptayyiperdogan bilgi sunumu yapıldı (#kaanyılmazer,#serpilyılmazer,#serapkarabıyık,#süleymanaslan,#mustafagüngör vb.vb) bankaları,iş adamlarını,piyasayı,vergi dairelerini,sigorta şirketlerini kanser hastalarını tokatlayıp,çarpıp iz bırakmadan kaçan ustaca cinayet işleyen karşılıgı hakettikleri ölümü bekleyen cani,vicdansız katiller "Az kaldı" ibretlik geberecek artık kaçış yok. Millet gördügünüz gibi yargı ve adalette çare olmadı,Genç Cumhuriyetin devlet nizamı ile kurumları ile "hepsi benim" denerek şaşak geçildi kahpelikte namussuzlukta,şerefsizlikte inbelikte,olospulukta sınır tanınmadı kerim amcaya göre böglesi anlaşılır manada terör estiren namussuzların degil çocukları,dogmamış çocukları bile dogranır hale geldi BU İNBEYE NAMUSSUZ PİÇE "İZ BIRAKMADAN ÇARPIP KAÇMIŞSIN RAHMETLİ SERAP OLOSPUSUNDAN BİLMESİNE RAGMEN SENİN TELEFON VE ADRESLERİNİ ALAMIYOR HASTA,HASTA HAYATA TUTUNMAYA ÇALIŞIRKEN İKİ HAFTA SEN İNBEYİ ARIYOR BULAMIYOR BİR HAFTA SONRA HAKKIN RAHMETİNE KAVUŞUYOR" DİYOR TAPELERDEN SMS MESAJLARDAN AYNEN BEYEFENDİYE "BANA NE LAN BANA NE ARAMASAYDI PEŞİMDEN KOŞMASAYDI" DİYOR,ARTIK BU YARGIYA BIRAKILMAYACAK KADAR ÖNEM ARZ EDİYOR,TOKATÇILIK KAPKAÇ VAR BİZEDE ÜÇ YILDIR YAPMADIGI NAMUSSUZLUK KALMADI TERÖR ESTİRDİ YARGIYIDA AŞAGILAYIP ŞAŞAK GEÇEN BU ASRIN TOKATCI ÇETESİ NAMLUNUN UCUNDA (KERİM AMCAYA GÖRE ÇOLUK,ÇOCUK DOGMAMIŞLARI DAHİL) GEBERECEK,BUNDAN KAÇIŞ YOK. bizim amacımız Facebook ve sosyal agları interneti işte bögle bir ana hazır hale getirmektir. Adalet bunlara göre kendilerine çalışıyor,kararları önemsiz deniyor işte biz bunun bögle olmadıgını insan hayatı ile kanser hastalarının hayatı ile oynanamıyacagını ibretlik dünyaya göstermek #kamuyönetimine,#kamuoyuna,#kamuvicdanına Allah'a sıgınarak insan hayatının bu kadar ucuz olmadıgını ibretlik göstermek namussuz şerefsiz,olospu çocugu olospulara "siz kimsiniz,işte busunuz" demek,ibretlik göstermek istiyoruz,bizi bozdurulan sinirli halimizi ve uslubumuzu bagışlamanızı diliyoruz.Saygıylan arz olunu.ÖGLEMİ 3.KIZ,1 OGLANDAN BİZE NEE SİZ KÖPEKLERİ PEYDAHLAYIP CAN,CİGER YAKTIRAN OLOSPU ANANIZDAN,ÖDÜLLÜ HÖTVEREN BABANIZDAN BİZE NEE 110 KILOLUK ÖDÜLLÜ HÖTVERENDEN BİZE NEE ENGELLİ İT'LERİNİZDEN BİZE NEE VİCDANSIZLIKLARINIZIN BİN KATI VİCDANSIZLIKLA İBRETLİK GEBERMEK ZAMANI.. Buket Turkay,adalet hanım. (tokatçı,kapkaççı,katil çete sülalece göstere,göstere namlunun ucunda) #kamuyönetimi,#kamuoyu,#kamuvicdanı, #polis,#jandarma #savcı,#hakim #tptgv,#receptayyiperdogan bilgi sunumu yapıldı #terörlemücadele,#kapkaç,#gasp,#tokatçılık,#cinayet,#dolandırıcılık,#hırsızlık,#iffetsizlik,#narkotik,#malisuçlar #kaanyılmazer,#serpilyılmazer,#serapkarabıyık,#süleymanaslan,#mustafagüngör (Ablalar,abiler bizde sinirler gerildi egleniyormuyuz) Adalet beklemenin (!!!) sabrın sonu ruh hastası inbe ve çetesi ile selamet degilmiş,beklemiyoruz bozdurulan sinir ve uslubumuzu bagışlamanızı dileriz.. [artık bu işin rengi degişti olup,bitene cinayet ve adam öldürmeye tam teşebbüs olarak bakıyoz,çözümüde buna göre süratle olcak bize katil demeyin,bizi dinleyin #üstdüzeykamuyönetimi,#kamuoyu,#kamuvicdanı'na saygı ile sunulu] #polis,#jandarma,#egm,#receptayyiperdogan bilgi sunumu yapıldı (#kaanyılmazer,#serpilyılmazer,#serapkarabıyık) kanser hastalarını çarpıp iz bırakmadan kaçan ustaca cinayet işleyen karşılıgı hakettikleri ölümü bekleyen cani,vicdansız katiller,geberecek (polise #tptgv'na bagışlanan aldatmaca senetler vb. (suç işleme aleti dosya nosu ile,11.Agustos 2015'ten günümüze tape,sms,ortam kayıtları ile namussuz karısı #serpilyılmazer'in #serapkarabıyık lagım faresinin tezgah,tuzak kokan itiraf sms mesajları) adli emanette,ceza mahkemesi dosyasında,yeniden savcılık makamında (#polis tc kimlik nosu ile bakın) Düzmece senetlerle,dolandırılan vatandaşların,bankaların vb.arayıp bulamadıgı kimlik bilgileri Google görseller dahil yüklenmiş devam etmektedir. Agzı dahil sinkaf edilecek insan hayatı ile oynayan çete için ölmek zamanı. Buket Turkay,Secretaryship,Adalet hanım. #polis,#jandarma,#egm,#receptayyiperdogan bilgi sunumu yapıldı (#kaanyılmazer,#serpilyılmazer,#serapkarabıyık,#süleymanaslan,#mustafagüngör vb.vb) bankaları,iş adamlarını,piyasayı,vergi dairelerini,sigorta şirketlerini kanser hastalarını tokatlayıp,çarpıp iz bırakmadan kaçan ustaca cinayet işleyen karşılıgı hakettikleri ölümü bekleyen cani,vicdansız katiller "Az kaldı" ibretlik geberecek artık kaçış yok.Buket Turkay,Adalet hanım. (anonim,ziyaretçilerimize kamu oyuna,kamu vicdanına duyuru) bizim dışımızda etiketleme yapanlar gördük filickr'ede yükleme yapılmıştır görsel boyutlarını degiştirmeden etiketleme yapmak,metinleri yayınlamak serpesttir sefer görev emri olanları göreve davet ediyoz.. savcı ile,hakimle,polisle,yargı kararları ile genç cumhuriyetin devlet nizamı ile şaşak geçen namussuz,vicdansız kahpelere karşı savaş düzenine girdik bize katil demeyin.Bizim Afrin kuşatıldı,mavzerler dolu,dolu mekteplide olduk sınıflayı doldurduk kuş uçmuyo.Buket Turkay,Adalet hanım. Millet,meyabalar biz buna "Gelecege sıkıcana hazırlanmak" diyoz. Herkes ektigini,kahpeligini vicdansızlıklarının bin katı vicdansızlıkla "ölüm tarlalarında" biçecek madem ögle işte bögle dedik.Saygıylan arz olunu. Buket Turkay Adalet hanım Facebook und (ve demek oluyo) sosyal aglar kasabası şerifesi Gülümse :) (Ablalar,abiler bizde sinirler gerildi ne sinir,ne uslup kaldı egleniyormuyuz) Bizim Afrin'e operasyon hazırlıklarımız.(Bizim herşeyimiz kamuoyu önünde) Adalet beklemenin (!!!) sabrın sonu ruh hastası inbe ve çetesi ile selamet degilmiş,beklemiyoruz bozdurulan sinir ve uslubumuzu bagışlamanızı dileriz.. [artık bu işin rengi degişti olup,bitene cinayet ve adam öldürmeye tam teşebbüs olarak bakıyoz,çözümüde buna göre süratle olcak bize katil demeyin,bizi dinleyin #üstdüzeykamuyönetimi,#kamuoyu,#kamuvicdanı'na saygı ile sunulu] #polis,#jandarma,#egm,#receptayyiperdogan bilgi sunumu yapıldı (#kaanyılmazer,#serpilyılmazer,#serapkarabıyık) kanser hastalarını çarpıp iz bırakmadan kaçan ustaca cinayet işleyen karşılıgı hakettikleri ölümü bekleyen cani,vicdansız katiller,geberecek (polise #tptgv'na bagışlanan aldatmaca senetler vb. (suç işleme aleti dosya nosu ile,11.Agustos 2015'ten günümüze tape,sms,ortam kayıtları ile) adli emanette,ceza mahkemesi dosyasında,yeniden savcılık makamında (#polis tc kimlik nosu ile bakın) Düzmece senetlerle,dolandırılan vatandaşların,bankaların vb.arayıp bulamadıgı kimlik bilgileri Google görseller dahil yüklenmiş devam etmektedir. Agzı dahil sinkaf edilecek insan hayatı ile oynayan çete için ölmek zamanı. Buket Turkay,Adalet hanım.2 oskar ödüllü tekeylerin telli,duvaklı gelini sen "savcıda,benim,hakimde benim poliste benim ödemiyom lan git istedigin yere şikayet et #cumhurbaşkanı'na sayın.#receptayyiperdogan'a şikayet edilip,bilgi sunumu yapıldıgını bile,bile uzun,uzun yiycek mahkeme,kararı neymiş" diyen tekey bi polis amca "senin bu tekey,çetesiylen pyofilinizden hiç çıkmıyo şu saat,şu dakka,şu sahiye,şu sanise buydalay" diyo.Sagolasın izocam kışın sıcak,yazın serin oluyo. https://www.tccb.gov.tr/,https://www.basbakanlik.gov.tr/Forms/pg_Main.aspx,https://www.icisleri.gov.tr/,https://www.adalet.gov.tr/ Hopdediks bizim millet Adriyatik'ten,çin seddine oyadan caponyaya tam beş kıtaya mars için nasa'ya gönderiyom yükleme yapılır,müracaat bana,müyacaatlar kesinliklen çok gizli tutulacaktır.Buket Turkay,Adalet hanım (Şıst,şıst önce beyefendiyi tanıyalım sonracıgıma siz cani,vicdansız kapkaççı katillere bu çeteye neler edcem,bunlayı Google,Yahoo-Filickr vb.Görsellere yükleycem can,ciger yakmak neymiş pek yakında,çok yakında burnunuza leş kokusu gelebili) (Baba hiç olup,bitenden biricik kızını haberdar etmiyon,kerim amcadanmı ögrencem?) Şıst,şıst bugün beyfendi takım elbiseylen kıravatlan bizim Afrin'i ziyaret etmiş,mevzileri tek,tek dolaşmış kerim amca bunca zamandır burya yerleşip yerlisi oldum beyfendi şu gördügün binalayda her,birinde bi istihbaratçı,bi keskin nişancı va'dır başkomutan olaraktan komutunuzu bekliyoz TiT elemanları beyfendiyi ilk kez takım elbiseli ve kıravatlı görünce Afrin'den konuta dönüşte konvoylan ugurlamışlay kerim amca beyefendi anlaşılır manada "Gazi" ünvanını haketti beyefendiye önerdim siz zaten Şehit'i olan Gazi'siniz.şehit'inizin anısına kabul edin hiç olmazsa aramızda sizi bögle analım" desede beyfendi o ünvan sadecene Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e aittir ve'de ögle kalmalıdır.o şehit'in intikamı ibretlik alınacak onniçin burdasınız mevzilerinizi güçlendirin ben demokrat partinin,böyük Türkiye partisinin,Adalet partisinin,Dogruyol partisinin,bi atlıspor kulubü üyeligimde var,kırat'In degişmeyen süvarisiyim,sorun,soruşturun benim bugüne kadar at degiştirdigimi at'tan düştügümü gören olmuşmu hayatta üç şeyi bilcen bir Türk olunmaz,dogulur iki Feneybahçeli olunmaz dogulur,üç süvari olunmaz dogulur hepsi bende mevcut siz,ben kıbrıs barış harekatında bulundugum ülkeden ülkeme dönmek için o saat,o dakka,o saniye,o sanise büyükelçilige koşan ülkemin hava sahası kapalı oldugu için üç gün hava limanlarımız açılacak diye hava limanlarında banklarda yatan hava limanları açılınca ülkeme koşan adamım,buket babası bilir "ben dogdum o minnacık ellerime şanlı Türk bayragını tutuşturmuşlar,ben ninni bekliyom ninni yok ne var,bizim lambalı radyo istiklal marşı,benim telefonlarımda çalan harbiye marşı,Fenerbahçe marşı vardar ovası vb.çalıyo o vakitler bebe bezi icadedilmemiş yok,beni sarı,laci kundaklamışlar kim bu bölücü dürtmeler pkklı dürtmesi terör estiren çete o hötverenligin oskar ödüllüsü cani,vicdansız katil #kaanyılmazer inbesinin sen beyefendi kan çıkmaz diyon ama karısı #serpilyılmazerin,#serapkarabıyık lagım faresi olospunun kan çıkacak biyerlerini bul kanlı çarşaflarını istiyom iki kız bi oglanın kanlı çarşafını istiyom kızları üçleyebilin siz işinize bakın,keskin nişancıları artırın mevzilerde tahkimat yapın hergün denetimdeyim" dedi diyo,mevzilerde tahkimat yapılıyo. Millet,Google görsellerde yagmur çiseliyodu ay şindik dolu,dolu yagıyo. usulcana,usulcana kan lapa,lapa oyalayına,buyalayına anacıklarının ön bahçeleyine kar yagcak yagcak kahpeler belasını bulcak..kaan yılmazer,serpil yılmazer,serap karabıyık ay şindik gülüyom.Bizim Afrin hafiften top atışlayıylan başladı TiT titreten komandolar sınıyda birlikleri teftiş eden beyfendiden emir bekliyo teröristlere can,ciger yakanlara ölüm. Google'a yükledigin resimler küçük diyenler ay sizde bişey bilmiyonuz resme tıkla sonracıgıma resmin açıldıgı yerde sag taraftaki uyarılara bak en üstünde "Git" yazan dügmeye tıklıyon hızlı trenle resmin orjinaline gidiyon ama onlar zamanla büyüycek bitte bekleyiniz.. Sist,sist yerinde gozum olan mudurum ilker Alptekin niredesin telefonlar cekmiyo,dusuyo beyefendi vakfin,zatiallerin avukatlan sabah adliyede olacak kerim amcanin ordan al beyefendi "kusbeyinli buket kizim bul o salagi bu nasil benzin almak arazi oldu" diyo,baska seyde diyo burya yazmiyom bu hafta atis talimi var TiT titreten komandolar ucar birlikler,yuzer birlikler k9 kopekleri sabirsiz hedef "bizim Afrin" haberin vami "Gez goz arpacik,tetik" tez vakitte beyefendiyi al,babama selam eder ellerinden operim. Bizim millet bana diyonuzki Google'a yükledigin degmesin yaglı boya eserlerin bazı yerlerde küçük çıkıyo e-kolay gözlernizin içine sokar gibi büyütüyom bunlay öncü birlikler Tugaylay,kolordulay,ordulay arkadan gelcek bunlay #kamuyönetimini,#kamuoyunu habeyleyden,habeyday etme çalışmalayı.. Hepiniz a,aa,aaa ay,ayy,ayy bunlayın çekmedigi kalmamıştı ay şindik çok şüküy bitirdiler Allah muaffak etti diycegniz..Bizde herbişey gösterte,gösterte ceset torbalayı hazıy beyfendi "benim kahraman polisimi meşgul etmiyelim torbalaya doldurup alo,aloo,aloo pek kıymetli sayın.müdüy beyfendi,müdüy beyfendi bitte şu leşleri alabilinizmi pis,pis kokuyolar,biz şeyettik diycez" diyo. Biricik kizi Buket Turkay,Adalet hanim adalet bina ederim,adalet tesis ederim. Bu paylaşım bi süye sonya kendi,kendini imha edcektir,sadecene bilgiii..1 oskar istiklalm,karar,helallik

12 Temmuz 2015 Pazar

Mübarek Kadir gecenizi ve Ramazan (şeker) bayramınızı kutlar,dualarınızın kabulünü dileriz.Buket Turkay,secretaryship


 
Şıst,şıst..Lütfen Facebook alanımızı ziyaret ederek "Hakkındaki detaylar ve onun altındaki sevdigi sözler" alanlarını duvarda arzu edilmiyerek sunulan paylaşımlardaki açıklamaları,yorumlara not'lar menüsünde sunulan özet bilgi notlarını özen ve dikkatle okuyup,okutunuz..Teşekkür eder..
Sunulan e-kartlarda mübarek Kadir gecenizi devamındaki mübarek Ramazan (şeker) bayramınızı kutlar,dualarınızın kabulünü dileriz..
Arz eder,saygılar,sunarım..
Buket Turkay,secretaryship
From Fenerbahçe-Kadıköy/istanbul
 
 
AAA.Mübarek kadir gecenizi ve sonrasında Ramazan (şeker) bayramınızı kutlarız.Buket Turkay secretaryship
AAA
FENERBAHÇELI OLDUGUMUZ ANLAŞILIYORMU?.
PKK'DAN FARKSIZ NAMUS VE ŞEREF FUKARASI CELAL'LENEN SALDIRGAN KAHPEYI VE KENDI GIBI KAHPE KAYINBIRADERI KOPEGI TANIYALIM ÖZET DEVAMI FACEBOOK ALANIMIZDA..
AAA..GEBEREN ALÇAK,SEVK VE IDARE EDEN KAHPE ENIŞTESI KIM?..
 
What is the PKK ?
 
The PKK (Kurdish acronym for the "Kurdistan Workers' Party"), formed in 1978 by Abdullah Öcalan, is the most notorious terror organization in the world. It has been waging a vicious campaign of terror against Turkey since 1984 with the external support of certain states and circles whose aim is to destabilize Turkey.
 
The PKK was identified as one of the 30 main terrorist organizations in the world by the US Secretary of State in October 1997, and it was also described in the same way in US State Department "Patterns of Global Terrorism" reports.
 
PKK's terrorist activities have resulted, to date, in the death of thousands of people, including women, the elderly, children and in many instances even infants. The PKK has also murdered over one hundred school teachers, who became inevitable targets of the terrorists since it was judged that PKK's subversive views could be most easily imposed on the uneducated and the ignorant. Lists giving the figures of ordinary individuals and public servants, ruthlessly killed or maimed by the PKK terrorists, are in annex.
 
The PKK has employed murder, intimidation, kidnapping and destruction to achieve its nefarious objectives. It targets ordinary people, because it aims to subjugate the local population in southeastern Turkey into supporting its evil deeds. The PKK has attacked the entire inhabitants of villages in southeast Anatolia. These attacks are also designed to make the region uninhabitable. The PKK destroys schools, sets forests on fire, blows up railways and bridges, plants mines on roads, burns down construction machinery, and demolishes health centers. A list containing the figures of material damage caused by PKK's terrorist attacks is also in annex.
 
In response, the authorities trained the villagers to defend themselves and also moved some people to locations where they would be safer. These two measures, intended to protect the local population against terrorism, have been at the center of a misinformation campaign by the PKK and its sympathizers.
 
The PKK indiscriminately murders the very people on whose behalf it purports to act : Turkish citizens of Kurdish origin. Ironically, the PKK regards Masud Barzani's Kurdish
 
PKK Terrorism : Ministry of Foreign Affairs Publication
 
Democratic Party and Jalal Talabani's Patriotic Union of Kurdistan, the two main Kurdish groupings in northern Iraq, as its adversaries.
 
Due to its ability to strike Turkey from Syria and (after the 1991 Gulf War) northern Iraq, the PKK proved for some time a serious threat to law and order and claimed many victims. Following its operations against PKK facilities in northern Iraq Turkey restored law and order throughout the southeastern provinces.
 
The PKK has been supported and sheltered by some of Turkey's neighbors, as well as by some others outside the region. Syria and Greece are the principal countries that have been supporting the PKK for years. However, with the signing of Adana memorandum on October 20, 1998, the Syrian connection has been broken. Syrian authorities have promised not to support terrorist activities against Turkey and taken some steps in this direction. Turkey closely monitors Syrian compliance with the Adana agreement. Yet, Greece, a NATO ally, backs the PKK and its affiliates by every means at its disposal. Confessions and testimonies of dozens of PKK militants arrested in Turkey reveal that Greek support to PKK terrorism goes much beyond than what was generally estimated. Most recently, revelations made by the PKK member Fethi Demir and by Şemdin Sakık, PKK's "second man" captured in northern Iraq, have helped to confirm concretely the continuing Greek support to the PKK. The statement made by Greek Premier Simitis on November 26, 1998, leaves no room for doubt about the position of Greece vis-a-vis the PKK : "the PKK is an organization fighting for the rights of the Kurdish minority and using various means to reach this end." Can there be a more explicit approval of PKK terrorism? There is of course other evidence and documentation concerning Grek support to PKK terrorism.
 
The PKK terrorist organization, among others, employs the following methods in the perpetration of its crimes:
 
a) Indiscriminate terror against the Turkish citizens of Kurdish ethnic origin mainly in southeastern Turkey. Targets included children, women, and the elderly. In some places PKK terrorists have wiped out isolated, dispersed settlements and hamlets. The aim is to force the local population into submission, to make them provide sanctuary.
 
b) Indiscriminate terror against non-Kurdish population. The purpose is to discredit the state institutions and to cause instability.
 
c) Terror against selected targets.
 
  • Assassination of well known personalities, judicial, law enforcement and security personnel.
  • Assassination of state functionaries that provide services to the local population in southeastern Turkey (civil servants, teachers, health personnel, technical personnel, etc.).
  • Assassination of village guardsmen and their families.
  • Attacks on and occupation of official missions of Turkey abroad (diplomatic, consular, commercial, tourism, etc.) as well as headquarters or branch offices of semi-official institutions (Turkish Airlines offices, banks, etc.).Attacks and acts of arson against the houses, business facilities, associations and mosques of the Turkish community living in western Europe, mainly in Germany. These acts of terror are mostly carried out through proxies and front organizations that are permitted by the authorities of the host countries to operate in those states.
 
d) Terror within the ranks of the PKK, against informants and repentant militants. Over the years, Öcalan has ordered the killing of numerous PKK defectors and potential rivals.
 
In the past decade, the PKK has conducted assassinations, kidnappings and acts of arson in Western Europe against former PKK members and defectors. Assassinations of PKK defectors occurred in Sweden in 1984 and 1985; in Denmark in 1985; in the Netherlands in 1987 and 1989; in Germany in 1986, 1987, and 1988.
 
e) Wider hit and run tactics against border posts and military patrols.
 
f) Terrorist attacks against industrial infrastructure, oil facilities, social facilities, and tourist sites with the aim of weakening the Turkish economy and tarnishing its image. As part of these terror acts, the PKK bombed passenger trains, ferryboats, and buses.
Several of these attacks resulted in civilian casualties. In 1993 and 1994 it also staged a series of kidnappings of foreigners in southeastern Turkey to frighten away tourists and to embarrass the Turkish government.
 
g) The head of the terrorist organization PKK has advocated and ordered the use of suicide bombings against Turkish targets that resulted in the deaths of security personnel and civilians, and injuries to many more.
 
Obviously, such an enterprise of crime and violence like the PKK requires colossal human and financial resources. As there are no legitimate ways or means to obtain the required resources, PKK's only option is to resort to illegal and illegitimate methods. Hence, the PKK is heavily engaged in organized crime activities, including extortion, drug trafficking, arms smuggling, human smuggling (illegal immigration), and abduction of children. Such racketeering takes place particularly in western Europe.
 
The PKK has been carrying out its activities abroad through its front organization ERNK (Kurdish acronym for the "Kurdistan National Liberation Front"), the so-called "Kurdistan Parliament in Exile", its mouthpiece MED TV, and through other affiliated offices, centers and associations.
 
Through these front establishments, the PKK organizes and carries out its illegal activities. It also uses them to make its propaganda so as to influence and mislead the public opinion in west European countries for obtaining popular support to its subversive ends.
 
The abduction of children and youngsters in some European countries by these front organizations deserves special mention. According to police reports and press articles in several west European countries, the PKK recently organized kidnappings of children, of 14-17 years of age, in Varmland/Sweden through the ERNK, and in Celle/Germany through "Kurdish Information Bureaus", or "Kurdish Culture Centers". The statements of some of the abducted children, as well as press and police reports reveal that the PKKkidnapped these youngsters, took them to its camps, located in some other west European countries, and forced them into training as terrorist militants. The Turkish authorities spared no effort in drawing the attention of the west European countries to such criminal and illegal activities of the PKK, but unfortunately their calls to prevent these activities usually fell on deaf ears. The complaints of the children's families, however, attracted the attention of the public and thus created a strong reaction towards what the PKK and its affiliates have in fact been doing for years. The police in Sweden and Germany are now investigating the matter.
 
Terrorism constitutes today one of the most serious violations of human rights, in particular the fundamental right to life. By murdering thousands of people, the PKK has violated the right to life. Therefore, all the PKK terrorists, including their head Öcalan,
must answer in the court of law for their crimes.
 
All societies threatened by terrorism have the right to take appropriate measures to protect themselves from violence and to eradicate terrorism. Turkey's fight against the PKK terrorism is of this nature and aims not only to maintain security and to protect its citizens, but also to pave the way for economic and social development in the regions where this is needed most. This fight against terrorism observes democratic principles and the rule of law, with great care being given to respect the rights of innocent civilians.
 
 
 
Who is Abdullah Öcalan ?
 
Abdullah Öcalan was born in the province of Sanliurfa in 1949. He speaks Turkish and has only a poor grasp of some Kurdish dialects. He had a conventional education and his original wish was to be an officer in the Turkish Army. He failed the entrance examination for the military academy. He did, however, gain admission in 1971 to the Ankara University Political Sciences Faculty. There, he joined the underground movements trying to overthrow Turkey's parliamentary system. He was expelled from the university for non-attendance and his illegal activities.
 
The cell of terrorists which he controlled soon broke links with other groups. It was known for its use of extreme violence and the "Apocu's" (Followers of Abdullah Öcalan), as the PKK was called in its early days, had a special trademark: they hacked off the
noses of their opponents. In the late 1970's, Öcalan collaborated closely with the Soviet Union and with Syria which were attempting to create political turmoil in Turkey. In 1980, Öcalan fled to Syria. He began to use Syrian facilities, including camps in the Bekaa Valley, Lebanese territory under Syrian control, to train terrorist groups for crossborder terrorist attacks against targets in Turkey. He started to inject an ethnic dimension to his terrorist activities, though this usually had to be imposed on local populations by violent means, including the kidnapping young men at gun point and then forcing them to undergo indoctrination and join his movement. In August 1984, Öcalan's terrorist groups began attacking Turkish police stations and similar targets in the southeastern provinces north of the border with Syria and Iraq.
 
The PKK operates along the familiar lines of traditional communist parties and carries out terrorist activities under the rigid direction of its Central Committee. Both its "political" and "military" wings are controlled directly by Öcalan. As its sole head, Öcalan, has callously masterminded thousands of PKK's terrorist activities against Turkey and its people. As such, he has been responsible for thousands of deaths, kidnappings, mutilations and attacks on innocent people during his long years as a Professional terrorist and murderer.
 
In October 1998, Turkey warned Syria that it would take action unless it ceased its support for Öcalan and PKK terrorism. It formally requested the extradition of Öcalan to Turkey. As a result, Öcalan was compelled to leave Syria where he had been given shelter for almost two decades. Furthermore, by an agreement signed between the two countries on October 20, 1998 in Adana/Turkey, the Syrian Government for the first time designated the PKK as a terrorist organization, and pledged not to allow the presence and the activities of the PKK on its territory. Later, Öcalan was forced to leave Moscow, where he had escaped from Syria, following political and diplomatic contacts between Turkey and the Russian Federation.
 
Öcalan was apprehended in Rome while trying to illegally enter Italy with a false passport on November 12, 1998. As the British Government put it, Öcalan's arrest was "a significant advance in the international community's fight against terrorism."
 
Öcalan is not only a terrorist but also a common criminal, being sought by the Turkish courts under charges of homicide and incitement to homicide. There is thus a red corner bulletin for him issued by the Interpol. In accordance with a court decision given in 1990, Germany also had an arrest warrant on Öcalan again for homicide and incitement to homicide. All democratic, law-abiding countries as well as international institutions are obligated to take a consistent and firm stance in combating terrorism and bringing terrorists to justice. Under obligations and commitments within the framework of the United Nations, the Council of Europe, the OSCE, the NATO, and the EU, no country or government can provide terrorists with safe-haven or evade its responsibilities in the efforts to eliminate terrorism. Therefore, Öcalan should never be granted political asylum anywhere and he has to be extradited to Turkey to face trial for his crimes against Turkish citizens.
 
PKK's Involvement in Organized Crimes
 
The PKK engages in organized crimes such as drug trafficking and arms smuggling, extortion, human smuggling, abduction of children and money laundering in an attempt to recruit militants and to obtain financial resources needed to carry out its terrorist activities.
 
The "Sputnik Operation" conducted in a coordinated fashion in some European countries in September 1996 exposed PKK's links with organized crime and money laundering activities.
 
On the other hand, it is known that the PKK, together with other organized crime gangs, is also behind the recent wave of illegal immigration to Italy. PKK's objective is to create international pressure and antipathy against Turkey.
 
Moreover, the PKK plays an important role in drug trafficking which constitutes one of the most evil crimes of our age. The British weekly magazine "The Spectator" underlined this fact in its 28 November-5 December 1998 issue by saying that "…According to the British security services sources the PKK is responsible for 40 percent of the heroin sold in the European Union…" .
Drug Trafficking and Terrorist Organizations
 
All terrorist organizations need to raise funds to sustain their violent activities and resort to illegal means to finance their crimes. Drug trafficking comes at the top of this list of illegal money raising activities, followed by robbery, extortion, kidnapping, blackmailing and arms smuggling.
 
In recent years, it has become increasingly evident that terrorism and drug trafficking are intertwined. The terms "narco-terrorism" and "narco-terrorists" have started to gain circulation in describing the link between terrorist organizations and narcotics smugglers. This fact is illustrated by certain international documents. The UN Convention Against Illicit Traffic In Narcotic Drugs and Psychotropic Substances (1988) refers to the relationship between illicit drug traffic and other organized criminal activities which undermine the stability, security and legitimacy of sovereign states.
 
Paragraph 5 of the UN International Narcotics Control Board (INCB)'s 1992 report points out that "illicit cultivation of narcotic plants and illicit trafficking in drugs continue to be a threat to the political, economic and social stability of several countries. Links appear to exist between illicit cultivation and drug trafficking and the activities of subversive organizations in some countries." The 1993 INCB report draws attention to the organic connections between drug cartels and terrorist organizations, and also to the globalization of drug smuggling. The successive INCB reports point out that these drug cartels concentrate their activities in ethnically and economically troubled regions of the world. It is no coincidence that terrorist organizations thrive in the very same regions. The Vienna Declaration and Program of Action adopted at the World Conference on Human Rights (25 June 1993) stresses that "the acts, methods and practices of terrorism in all its forms and manifestations as well as linkage in some countries to drug trafficking are activities aimed at the destruction of human rights, fundamental freedoms and democracy, threatening territorial integrity, security of states and destabilizing legitimately constituted governments, and the international community should take the necessary steps to enhance cooperation to prevent and combat terrorism."
 
The Final Communiqué of the Council of Europe Pompidou Group 2nd Pan-European Ministerial Conference (Strasbourg, 4 February 1994) underlines the fact that "considering the continuous increase in and the spread of drug trafficking incidents, the involvement of violent organizations in such activities constitute a serious threat to the contemporary society" (Art.9), and thus, "it is vital for the security forces to combat terrorism effectively" (Art.l5).
 
The UN Declaration on Measures to Eliminate International Terrorism adopted at the 49th session of the General Assembly, underlines the concern by the international community at the growing and dangerous links between terrorists groups, drug traffickers and their paramilitary gangs which have resorted to all types of violence, thus endangering the constitutional order of States and violating basic human rights. This Declaration also emphasizes the desirability of closer cooperation and coordination among States in combating crimes closely connected with terrorism, including drug trafficking, unlawful arms trade, money laundering and smuggling of nuclear and other potentially deadly materials.
 
PKK's Involvement in Drug Trafficking
 
The 1992 annual report of the United States Department of State Bureau of International Narcotics and Law Enforcement, entitled "The International Narcotics Control Strategy" (INCS) proposes that the European drug cartel is controlled by PKK members. Likewise, the 1996 INCS report underlines the fact that the terrorist PKK uses heroin production and trafficking to support its acts of terror. The 1998 report, pointing to persistent reports of PKK's involvement in narcotics trafficking through Turkey, reiterates that the PKK not only uses "taxes" extracted from narcotics traffickers and refiners to finance its operations, but "may be more directly involved in transporting and marketing narcotics in Europe" as well.
 
A 1995 report prepared by the Drug Enforcement Agency of the US Department of Justice emphasizes that the PKK is engaged in drug trafficking and money laundering activities and is well-established in the production of almost all kinds of opium products and their smuggling. The revenues from these activities, the report continues, are used for purchasing firearms, munitions and other equipment used by the terrorists. The report cites other sources of revenue of the PKK as extortion, robbery and counterfeiting. In "Political Violence and Narco-Trafficking", a booklet published by the Paris Institute of Criminology in October 1996, PKK's narcotics network and its functioning are detailed; the amount of narcotics captured by the European security forces are quoted; and the
PKK's role in drug trafficking is thus documented.
 
The involvement of the PKK in all stages of drug trafficking has been further documented in a conference held by Dr. François Haut of the Paris Institute of Criminology in Brussels on 25 April 1997. It is stated that the PKK is engaged in producing, refining and marketing of drugs and has contacts in numerous countries. The PKK's "turnover" from drug trafficking is estimated at "millions of US dollars". Dr. Haut notes that the problem of narcotics trafficking has entered the Parisian suburbs thanks to the PKK, which he thinks is responsible for 10 to 80 percent of the heroin smuggled to Paris. Similarly, a 1996 report prepared by Jean Claude Salomon, François Haut and Jean-Luc Vannier for the Paris Institute of Criminology, utilizing such reliable and impartial sources as the Interpol, British NCIS and the national police agencies of the EU member states, notes that the narcotics route that runs through Turkey to the Balkans and western Europe benefits the "separatist" organizations of Turkish/Kurdish origin and the PKK militants and their intermediaries.
 
The March 1997 issue of "The Geopolitical Drug Dispatch," a monthly report prepared by the " Observatoire Geopolitique Des Drogues" points to the role of the PKK in the smuggling of drugs through the "Balkan route" and emphasizes that the terrorist organization has started using Romania and Moldavia, positioned along this route, as its rearward bases. The report also states that the Turkish traffickers arrested in these countries are of Kurdish origin and thus that many criminal activities attributed to Turkish individuals or groups "are in fact carried on by Kurds, usually with links to the Kurdistan Workers' Party (PKK)." The report continues to point out that the PKK often hides behind its umbrella organizations, such as the ERNK and business, youth and women's associations. To illustrate, it is noted in the report that "the ERNK business group in Romania, called the Association of Eastern Businessmen, is an excellent cover for the illicit activities of the PKK which has tight control over the drug deals as the local PKK leader also heads the ERNK."
 
Last but not least, the final report of the thirty-third session of the Sub-commission on Illicit Drug Traffic and Related Matters in the Near and Middle East, held under the auspices of the UN International Drug Control Program (UNDCP) in Beirut from 29 June
to 3 July 1998, noted that "there were clear linkages between some narco-terrorist organizations, for example, the Kurdistan Workers' Party (PKK), and other organized transnational criminal groups."
 
Turkey's position astride the "Balkan route" makes it a significant transit point for narcotics. Using this route, the PKK smuggles morphine base and heroin from Iran, Pakistan and Afghanistan into Turkey across Turkey's eastern borders. Since the late- 1980s, the terrorist organization has, instead of trafficking externally-produced heroin, opted for a more profitable way of producing heroin from non-heroin opiates. To this end, the PKK refines base morphine into heroin in mobile laboratories near Istanbul and in the southeastern parts of Anatolia. The PKK also cultivates opium and cannabis in the Beka valley (Lebanon) and in the isolated regions of southeastern Anatolia and northern Iraq.
 
Narcotics smuggling therefore constitutes a major part of the PKK's financial apparatus, alongside extortion, blackmailing, robbery, arms smuggling and illicit labor trafficking. The PKK is actively involved in all phases of narcotics trafficking, from the producing and processing of the drugs to their smuggling and marketing. The revenues gained from illicit drug dealings and marketing are channeled to funding its arms purchases, which is required to sustain its terrorist activities.
 
PKK's involvement in narcotics trafficking is thus now well-documented. Below there are some further examples compiled from the reports of the foreign media and foreign or Turkish security authorities which conclusively indicate PKK's role in drug trafficking.
 
Foreign Press Reports
 
In January 1992, the Bremen Police arrested a "Kurd" selling drugs. The police found a bunch of keys in his pocket, which belonged to an apartment where "Kurds" lived. Hanging on the walls of the said apartment were posters of the PKK and its leader
Abdullah Öcalan. The police also found some clues suggesting that the PKK finances its armed struggle by the heroin trade (SAT-1 TV, 24 Hours, 6 January 1992).
 
In 1992, a total number of 2,069 drug addicts died in Germany. In the same year, the German police apprehended some children aged 10-12, coming from southeastern Turkey and selling drugs in Hamburg. A child of 8 carrying a firearm was also arrested. All these children confessed that the PKK was using them to sell drugs, since they did not have penal responsibility. The police seized 30 kg. of heroin from a "Kurd" who was said to have transferred DM 150,000 to his partners. The estimated figure the PKK earns from the narcotics trade is more than 56 million DM (VOX TV ; Germany, 12 February 1993).
 
In 1993, more than 50 PKK members were arrested by the Essen Police of Germany. The Federal Criminal Department in Wiesbaden found out that the PKK was organizing drug trafficking in Germany and the narcotics trade in Hamburg, Bremen, Frankfurt and Essen was under the control of the PKK (German Daily "NRZ," 30 March 1993). The Hamburg Criminal Police arrested a band of Kurdish drug smugglers on 15 September 1993. 11-year-old children, who were also arrested with the other members of the band, later confessed to the police that the PKK illegally brought them from Turkey to Germany in order to make them sell drugs for the organization (Hamburg Local TV Broadcast, 15 September 1993).
 
Three years of intensive police investigation by the Slagelse Police and the Narcotics Section of the National Police Force in Denmark resulted in the solution of several armed robberies whose spoils were used to finance narcotics purchases. The police captured a Danish person, who had links with two Turkish narcotics kingpins living in Denmark. During the trial the close relationship between these people and the PKK was proven. The superintendent Niels Bech of the National Police Force expressed that large parts of the profits from the narcotics sales in Denmark have returned to Turkey. In one case DDK 140,000 were sent to Turkey and kilos of heroin was sent to Europe in return (Danish Daily, "Berlingske Tidende," 31 October 1993).
 
Two young PKK members (aged 14 and 16) were caught by the police selling drugs at the Trabrennbahn Train Station near Wandsbeck on 26 September 1994 ("Bild-Hamburg" 28 September 1994).
 
On 5-6 October 1994 the "Bild" reported that narcotics were being distributed from Jork in Alten Land to Northern Germany and that the Kurdish dealers transferred 15 million DM to their collaborators in Turkey.
 
On 24 October 1994 the German magazine "Focus" wrote that in the last 9 years 315 PKK members were involved in drug trafficking around Europe, 154 of whom were captured in Germany.
 
Ralf Brottscheller, the Senator of Interior of Bremen, accused the PKK of extortion and organized narcotics smuggling ("Focus," 18 September 1995). In France, the Aulnay Sous Bois Public Security Units and Paris Bureau of Combating Narcotics Trafficking conducted an operation which was completed after long and careful preparations of 18 months. 30 people involved in narcotics trafficking on behalf of the PKK and the Mafia active in France and Belgium were taken into custody after the operation (French Press, 4 November 1996).
 
The Belgian Gendarmerie raided a camp in Zutendaal/Genk, in which the PKK militants were being trained, and apprehended 35 people, including children and some internationally wanted criminals ("Arnhemse Courant," 22 November 1996). The administrators of a facade company helping the PKK's activities in France were taken into custody in Paris (French Press, 25 February 1997).
 
The "Observatoire Geopolitique Des Drogues" noted in its monthly report that the biggest heroin seizure in Hungary to date was made on December 12, 1996, aboard a Turkish bus belonging to the Toros Line company. The Turkish traffickers, caught with 42 kg. heroin turned out to be "Kurds." The report mentions the case of a Romanian citizen who, upon his arrest with 2 kg. heroin by the Turkish police in Edirne in September 1995, admitted that he was running for the PKK drugs in one direction and explosives in the other.
 
The report also notes that 65 percent of the drugs confiscated by the Romanian customs officers are found on passenger vehicles and that "every time Romanian police make a drug haul at a Turkish company, Kurds are involved" ("The Geopolitical Drug Dispatch", No. 65, March 1997).
 
A high level member of the PKK, known as the PKK chief in the Hannover area, was arrested in Berlin. He had been wanted by the German police on charges of arson attacks, and damage to private property. The police found out evidence regarding the PKK's involvement in illicit labor trafficking ("Berliner Zeitung" 4 April 1997). 20 refugees were arrested in a police raid on a refugee hostel which was discovered to be a PKK base, in Grimma, Bahren. The operation was conducted jointly by the German police and experts from the Federal Criminal Department. The police confiscated various fire arms, thousands of DM and receipts. These immigrants were actively involved in the activities of the PKK and its facade branches (German Press, 4 April 1997). The Bavarian police conducted a series of operations against the PKK militants in refugee camps, arrested 2, and took into custody 17 of them (Statement by Straubing Police Directorate dated 17 June 1997).
 
The PKK transfers people, weapons and drugs through the FRY (Former Republic of Yugoslavia) and purchases weapons in return (Croatian daily "Vjesnik" August 1997). The "Focus" magazine remarked on 23 March 1998 that members of the PKK invested the money laundered from drug trafficking and extortion in the real estate market in Celle, Germany.
 
On August 1, 1998, the Croatian and Slovenian security forces jointly confiscated 38 kg. of heroin in a vehicle bound for western Europe. According to the Croatian reports, the shipment of the heroin was realized by Turkish citizens "who are most probably members of the PKK" This is consistent with the statements made by Slovenian security forces who have pointed to a "reasonable suspicion" that a member of the PKK is involved in the smuggling (Croatian and Slovenian press reviews, 6 August 1998).
 
Four "Kurdish" people were captured with 2.6 kg. heroin, the largest amount of narcotics ever captured in west Norway. It is thought that the four people caught were merely couriers and that the trafficking was carried out by a "Turkish/Kurdish" network (Bergen, 7 August 1998).
 
"…The PKK has financed its war against Turkey by extortion and the sale of heroin, and according to British security service sources it is responsible for 40 percent of the heroin sold in the European Union…" (British weekly magazine "The Spectator", 28 November-5 December 1998 issue).
 
Reports of Foreign Police and Foreign Officials
 
In January 1990, a PKK member was arrested in Switzerland for selling drugs on behalf of the PKK. In the same month a 13-year-old person, also linked to the PKK, was captured in the Netherlands and was released as being too young to prosecute. A Turkish citizen of Kurdish origin, apprehended in France on 22 January 1991, confessed that he had been trading drugs in France on behalf of the PKK and that the drugs were transported by trucks or sometimes by tourist vehicles and then distributed to different cities not only in France but in various other countries in Europe as well. After being arrested on 7 March 1991 in France, a "Kurdish" person confessed that the drugs he was selling belonged to the PKK.
 
Another Turkish citizen of "Kurdish" descent, captured with 48 kg. of heroin in Arnheim in November 1991, was found out to be a PKK member. The German Police reports underline the fact that l,103 kg. of heroin was seized by the police in 1991 and 400 of 735 suspects involved in the drug trading incidents were PKK members. This ratio mounted to 450/735 in 1992 and 300/457 in 1993.
 
The US Department of State Bureau of International Narcotics Matters expressed in its International Narcotics Control Strategy Report (1992) that the two-thirds of the people involved in drug trafficking incidents in Europe are PKK-oriented.
 
An active PKK member working as a truck driver, who was known to have stood as a candidate in Bonn in the 1992 elections for the PKK's so-called National Assembly, was seized in Troisdorf, Germany, while transporting substantial amounts of drugs.
 
In 1993, the police seized 200 kg. of heroin in London. Further investigation revealed that the drug traders were working for the PKK. A police operation in Offenbach, Germany on 7 January 1993, led to the seizure of 5 kilos of heroin. Among the seven people captured by the police was a person known as the "PKK's accountant."
 
As a consequence of the operations conducted by the German police in Hamburg, Bremen and Bad Bramstad during May-October 1993, 15.7 kg. of heroin was confiscated and 22 people were apprehended, including PKK members and supporters. The criminals turned out to have requested political asylum from the German authorities. 15 Turkish citizens with "Kurdish" descent were arrested in connection with 1.6 kg. heroin seized by the German police in Recklinghausen, Germany, on 27 October 1993. Among those were the participants at pro-PKK demonstrations in Turkey. A message by the German Interpol dated October 26, 1993, pointed out that six Turkish citizens with Kurdish origin were arrested on charges of laundering the proceeds from drug trafficking in the Netherlands, Spain, Italy and Germany. Large sums of cash, thought to be laundered money, were captured by the German police.
 
Another Turkish citizen of "Kurdish" origin, captured in Caracas, Venezuela on 10 November 1993, while carrying 3.5 kg. of cocaine, confessed that she was a PKK courier.
 
This incident is said to prove the links of the PKK with the drug cartels even in Latin America.
 
The NCIS estimated that the 44 percent of 1993 budget of the PKK as 430 million French Francs, came from illicit drug trafficking.
 
During a six-week campaign initiated by the Stuttgart city police in January 1994, 76 people were apprehended, including some who had been formerly prosecuted in Turkey because of their links with the terrorist organization.
 
On 17 August 1994 the German Criminal Authority informed the Turkish Security Authorities that a political refugee, resident in Kiel, was engaged in drug trade and money transfer to the PKK.
 
The US Deputy Secretary of State in charge of narcotics, Ambassador Robert Felbard, answering a question at a press briefing in February 1994 regarding the PKK supervision of drug trafficking in Europe and the United States, stated that the US had quite a bit of information about the PKK's involvement in the trafficking of heroin into Europe. The Amsterdam police, during an anti-drug operation on 11 December 1994, seized numerous firearms, machine guns, bombs and PKK documents and arrested several PKK militants.
 
The Bavarian Minister of Interior, Günter Beckstein, referring to the 30 PKK militants captured in Europe during the last two years, stated that the PKK has taken control of the European narcotics market (Turkish daily, "Cumhuriyet," 31 July 1995). The Director of German Terrorism Research Forum, Rolp Tophoven, has stated that a large majority of the people arrested on charges of narcotics smuggling are of "Kurdish" descent, many of whom confess committing the crime on behalf of the terrorist PKK (Turkish daily, "Yeni Yüzyıl," 12 November 1995).
 
Olivier Foll, another expert on international terrorism, noted that the PKK members, when apprehended for illegal possession of narcotics, confess to smuggling drugs for the PKK and exploit the "political" dimension of the issue as an excuse for their crimes. Mr. Foll criticized the "Kurdish" policies of some European statesmen who grant concessions to the PKK (Turkish daily "Yeni Yüzyl," 12 November 1995). During the Sputnik operation of September 18, 1996, the Belgian police seized 350 million Belgian Francs that were thought to have been the proceeds from narcotics trafficking. Seven people having ties with the PKK were apprehended in connection with the crime. The Sputnik operation also revealed that the MED-TV, the mouthpiece of the PKK, is involved in PKK's money laundering activities. The MED-TV representative in Germany was taken into custody as he was unable to explain the source of the 500 million BF, used in financing the station. It was later found that he was using revenues from drug trafficking for financing not only the MED-TV but also the so-called "Kurdistan Parliament in Exile" (KPE). The Belgian police seized many firearms in the KPE building they searched.
 
In August 1997, the German police conducted a comprehensive operation against the PKK members in Cologne in which six members of the PKK were arrested. After the operation, Cologne police officers issued a statement emphsizing the fact that the PKK is involved in organized crime including extortion in Germany to finance its acts of terrorism.
 
The Göttingen police of Germany, after a 14-month investigation, managed to penetrate the drug smuggling network with two "Kurdish" informers in May 1998 and found out that the revenues from 40 kg. of heroin marketed were channeled to the PKK.
 
The KDP (The Kurdistan Democratic Party of Masud Barzani) forces discovered extensive narcotics farms in the Gali Pes Agha region of northern Iraq, captured from the PKK in May 1997.
 
Turkish Police Reports
 
A PKK member, captured by the police with 14.5 kg. of heroin on 1 September 1993, confessed that he was acting on behalf of the PKK abroad, and that he was a drugsmuggler, transferring 30 percent of the proceeds to the terrorist organization. Following the confiscation of 20.3 kg. of heroin in Duisburg, Germany, two PKK supporters were arrested by the German police. This triggered a police investigation in Turkey, which led to the seizure of firearms and munitions in a vehicle owned by the same family in the city of Mersin on 12 May 1993.
 
A PKK militant of Iranian origin confessed that the terrorist organization has drug production facilities in Iran and that Osman Öcalan (the brother of Abdullah Öcalan and a leading figure of the terrorist organization PKK) is in charge of the production of narcotics which are later marketed mainly in Europe to raise money for the organization. Two PKK militants, arrested with 30 kg. of heroin, expressed that they were aiming to sell the drugs to provide financial contributions to the PKK. The Turkish Security Forces seized 120 kg. of heroin and 40 kg. of hemp seeds (cannabis) in a PKK shelter in southeastern Turkey.
 
One PKK member, who was put in jail on 3 July 1993 for getting involved in the terrorist acts of the PKK in Hakkari and released on 20 October 1993, was captured with 36 kg. of heroine, 140 kg. of precursors and some other drug-producing material. Another member of the PKK, sentenced to 6 years of imprisonment, confessed that he was in charge of establishing the links between the drug smugglers and the terrorist organization.
 
During the operations conducted by the Turkish security forces, two people, captured with 48 kg. of hashish, were arrested as they were found out to be involved in narcotrade so as to provide financial support to the PKK.
 
Another Turkish citizen said to be of "Kurdish-origin", caught by the police in possession of 117 kilos of hashish in Istanbul, was later found to have participated in the PKK-led attack on the Turkish Consulate General in Frankfurt on March 1l, 1992.
One Turkish citizen of "Kurdish-origin" apprehended in July 1994 confessed that he was involved in drug trafficking to raise money for the PKK. The police, making use of the information he disclosed, were able to arrest some other members of the terrorist organization.
 
On 1 August 1994 a PKK member, apprehended in Diyarbakr with 2 kg. of heroin, acknowledged that he was selling drugs for the PKK. He also informed the police that some PKK members were cultivating drugs and gave the names of the places where hemp seeds (cannabis) were grown. In further investigation the police captured 120,000 roots of hemp seeds in a village named Dibek. On 21 August 1994 the Turkish security forces apprehended two people with 150 kg. of hashish and considerable amounts of hemp seeds and hashish growing material. The security forces also captured PKK documents and propaganda material and two machine guns.
 
Diyarbakır Police, conducting an operation against the PKK on 17 July 1994, apprehended three people with 80 kg. of hashish, PKK documents, a gun and three ERNK seals. These people confessed that the PKK ordered them to sell the drugs and purchase firearms and food supplies for the organization. The said people turned out to have participated in various terror acts such as the rocket attack to and storming of a police residence in Lice on 29 June, the bomb attack on the residence of a judge in Diyarbakır on 16 January 1994, and a bomb attack on a police patrol car.
 
Seven people captured in the city of Cizre on 23 March 1994 with 398.5 kilos of heroin confessed to smuggling narcotics on behalf of the PKK.
 
The security forces have had strong evidence suggesting that a network composed of PKK militants is involved in drug trading in Zaho, northern Iraq. The network is known to hand the drugs over to clients either in Zaho or in Turkey. Therefore, it was not very surprising that during the operation by the Turkish Armed Forces in northern Iraq against the PKK, the Turkish army discovered a large farm where the terrorists cultivated hemp (cannabis). The farm was located near the PKK's Pirvela Camp in the Bahara valley. The Turkish military officers announced that the amount of drugs captured during the operation in northern Iraq reached 4.5 tons.
 
In a raid on 7 March 1995 on the residence of a person, suspected by the police of having contact with the PKK militants, the Turkish police seized large amounts of drugs, drug precursor chemicals, firearms and ammunitions.
 
Three of the seven people caught with 21.5 kilos of heroin in Hamburg, Germany, have been found out to have been formerly arrested in Turkey on charges of PKK membership.
 
The two people caught by the police with 20.6 kilos of narcotics in zmir on August 5, 1996, have been found out to be running an association linked to the PKK in the Netherlands.
 
Another PKK sympathizer, who was captured with acetic anhydride, a heroin precursor chemical, by the Turkish security forces in the city of Van on March 24, 1998, was found to have been previously arrested for providing logistic support to the PKK. The Turkish security forces have strong evidence that the PKK militants, settled in the Iranian part of our common border, receive commissions from the narcotics smugglers called "taxes or donations."
 
The role of the PKK in incidents given above is undeniable, both because of the documents seized by the security forces and the backgrounds of the arrested people. Still, in certain Western countries, the activities of this terrorist organization, are
regrettably being tolerated.
 
After the prohibition of PKK in France and Germany towards the end of 1993, a wave of optimism emerged in Turkish public opinion that the rest of the European countries would follow suit by adopting similar measures. This, however, has not happened to date. Yet, it is clear that the prohibition of the PKK and its front organizations in European countries would also be in the interest of these countries. The PKK is responsible for narcotics trafficking, extortion, robbery, and illicit arms and human smuggling activities, and thus circumvent the rule of law and compromises the security and stability of the countries in which it operates. It is no coincidence that drug trafficking cases predominantly occur in those countries where the organization of the PKK is extensive and tolerated.
 
Is There A "Kurdish Question" in Turkey?
 
As the first melting pot and encounter point of many different civilizations and cultures, present-day Turkey contains a multitude of ethnic, religious and cultural elements. Turkey is proud of its great heritage. This centuries-long shared way of life is perfectly
second-nature for the people of Turkey.
 
Yet, different ethnic identities, including the Kurdish, are acknowledged and accepted in Turkey. The state does not categorize its citizens along ethnic lines nor does it impose an ethnic identity on them. Population censuses in Turkey never count people on the basis of their ethnic origins. But, this does not prevent an individual citizen to identify himself or herself in terms of a specific ethnic category. That is a private affair and ultimately a matter of personal preference. Public expressions and manifestations of ethnic identity are prohibited neither by law nor by social custom. Folklore is rich and colorful and local variations, customs and traditions are protected and supported.
 
Turkey is a constitutional state governed by the rule of law. Democracy rests on a parliamentary system of government, respect for human rights and on the supremacy of law. Multi-party politics, free elections, a growing tradition of local government mark the democratic way of life in Turkey.
 
Constitutional citizenship is one of the principles upon which the Turkish state was founded. The Turkish Constitution stipulates that the State and the Nation are indivisible, and that all citizens irrespective of their ethnic, racial or religious origin, are equal before the law.
 
For historical and cultural reasons, and under stipulations of binding international treaties, the concept of "minority" applies specifically to certain groups of non-Moslem citizens. In fact, the social fabric of Turkey is a unique real life case of the OSCE principle that "not all ethnic, cultural, linguistic or religious differences necessarily lead to the creation of national minorities". Our citizens of Kurdish ethnic origin are not discriminated against and they feel themselves to be equal members of the society. Many have risen to the highest positions in the Republic. They share the same opportunities and the same destiny as the rest of the population.
 
Ethnicity is not a factor in the political geography of Turkey. That is, the predominant majority of the Turkish citizens of Kurdish descent live in western Turkey, with the greatest concentration being in Istanbul. Even in eastern and southeastern Turkey, the
Turkish citizens of Kurdish ethnic origin do not constitute a majority. The unitar structure of the State reflects the equality and togetherness of different geographic regions of Turkey.
 
Therefore, it is simply neither understandable nor acceptable for Turkey to discuss "the respect for social, economic and legitimate political aspirations of Kurds" as if the Turkish citizens of Kurdish ethnic descent constitute a different and separate community. They are citizens of a nation that has been sharing for centuries the same values with respect to language, religion, culture and patriotic identity, common history and the will for a mutual future.
 
It is of cardinal importance to differentiate between a militant organization, which resorts systematically to terrorism as well as all kinds of organized crime, and the phenomenon of Kurdish ethnicity. It is evident that our citizens of Kurdish ethnic origin are law-abiding people. Most of them live in western Turkey, drawn by economic attraction. They are of their own choice integrated into the society and its economic, social and cultural aspects. In Turkey, citizens of all ethnic origins can rise to the highest political positions and ranks such as cabinet ministers and members of parliament. Throughout the centuries, much mixing has taken place through intermarriages. Progress in industrial, cultural and social fields, as well as urbanization, has also contributed to the voluntary and natural process of integration.
 
The population in southeast Anatolia, like our citizens in other regions of the country, participate fully in the political life of Turkey; they freely make their voices heard in local administrations, in the municipalities, the Parliament, and the central government through elected representatives. It is nothing out of the ordinary for the individuals of different ethnic origins to participate in the political life of the country. Even the most militant circles concede the fact that there are no obstacles to social mobility of individuals from different ethnic origins to any profession or career, whether public or private.
 
The fundamental rights and freedoms of all Turkish citizens are secured by the relevant provisions of the Constitution. However, those rights have been threatened by the PKK, creating terror among the populace.
 
None of our citizens of Kurdish ethnic origin, notwithstanding allegations to the contrary, who publicly or politically asserts his/her Kurdish ethnic identity risks harassment or persecution. However, acts or statements made against the "territorial integrity" of Turkey are subject to legal prosecution under the law. If these allegations were true, none of the publications in Kurdish whose contents are full of assertions of Kurdish ethnic identity would have been tolerated by the authorities.
 
In the same vein, Turkey is often accused of refusing to negotiate with the terrorist organization PKK. These accusations contradict the fundamental rules of international law. Negotiating with a terrorist organization, responsible for thousands of murders, would be tantamount to justifying and encouraging terrorism.
 
Is the Use of Kurdish Banned in Turkey ?
 
Contrary to the allegations of some biased quarters, there is no restriction on the use of languages in Turkey. Presently, there are many private radio-TV stations broadcasting and numerous books and journals published both in Turkish and in various dialects of
"Kurdish" throughout the country. It should be mentioned here that "Kurdish" can be hardly depicted as "a single language" linguistically or socially. Many scholars point out the fact that there are many different local languages and dialects used in southeastern Turkey such as Zaza and Kırmanchi which are only as close to each other as French and English. These local languages and dialects are so dissimilar that people living in one village cannot even communicate with others from a neighboring village. As a result, Turkish has become the sole medium of communication in the region. It is ironic that Turkish is also used in PKK's militant training camps and in the communication between its headquarters and terrorists as their common language.
 
The official language of the Republic of Turkey is Turkish, but Armenian, Ladino, Greek, the different dialects of "Kurdish", etc. are spoken freely in daily life. There is only one official language in the country. However, in this respect Turkey does not constitute a unique and exceptional case either in Europe or among other democratic countries.
 
It should also be underlined that expressions of ethnic identity such as the use of local languages are viewed as private domain matters. Thus, they are not the subject of law and are therefore not regulated by the state. The Turkish language is the language of the Republic of Turkey and is consequently the only formal language of education and instruction. The same is true in most democracies. Though it is possible to help promote them, it is neither realistic nor feasible to make local tongues official languages of the State.
 
Socio-Economic Development of Southeastern Turkey and the Southeastern Anatolia Project (GAP)
 
The Southeastern Anatolia Project (GAP), consisting of a complex system of dams, waterworks, irrigation and hydraulic energy network is a colossal investment of Turkey, the biggest regional initiative ever attempted in Turkey. It aims at changing the whole complexion of the arid geography and consequently, the social and economic backwardness of southeastern Anatolia. The Turkish Government has always believed that one of the best tools in the struggle against terrorism is economic development. It is no accident that the region in which the PKK operates is also the least economically developed part of Turkey. The Turkish Government is determined to rectify that.
 
It is a fact that there are socio-economic regional imbalances in Turkey as in every developing, even some developed countries. Rough geographic and climatic conditions of southeastern Turkey are the main factors in this imbalance. Terrorism and economic backwardness of the region affect all our citizens indiscriminately. Despite many governmental incentives and low taxation policies, the private sector had in the past been reluctant to invest in the region, mainly due to security concerns. Public sector has taken the place of the private sector and many investments have already been realized by the State. "GAP" is the best example of that. Government investment in this region is much higher than the amount of taxes collected there. "GAP" is a gigantic economic step forward which will change the destiny of the region. Agricultural production of Turkey will rise by several folds when this project, which is both energy and irrigation oriented, is completed. Yet, its important impact is not expected only on agricultural production, but also on industry, construction, services, as well as on the Gross Regional Product and employment. When the Project is completed, per capita income will increase three times, and 3.3 million jobs will be created. The Southeastern Anatolia Project constitutes an integrated project which contributes significantly to the realization of national targets for the utilization of development potentials, self-induced economic growth, social stability and enhancement of export possibilities, and at the same time aims at the promotion of the principle of sustainable human development; thus, human development is the core of sustainable development in the "GAP" region. In this context, the "GAP Social Action Plan" consists of the basic policies, targets, strategies and implementation measures for ensuring the social development of the region through a human-centered approach emphasizing sustainability of the development. This people-centered development aims to remove the gap between the project area and the more developed regions in Turkey and to promote equitable development.
 
This ambitious socio-economic development drive also explains why the PKK has been targeting civilians as well as economic and social projects. PKK's aim is both to terrorize the local population and to keep the region economically and socially backward so as to recruit more militants into its own ranks. However, this is being reversed as the GAP began to bear its fruits. For example, although the so-called head of the PKK is from ?anlurfa, there has never been a terrorist act there, because it is an economically powerful settlement. The state of emergency still has to continue in some of the provinces of southeastern Turkey. It is the direct consequence and explicit proof of the PKK terrorism in the region. It is of utmost importance for Turkey to augment the allocation of human and financial resources for the socio-economic development of this region. The precondition to achieve this task is the eradication of the PKK terrorist organization. Eradication of terrorism will not only put an end to the deliberate devastation by terrorists of the underdeveloped regions of Turkey, but also release important resources for developmental activity in those very regions. While terrorism might be viewed as a consequence of certain underlying causes, it is also incontestably true that terrorism is itself the main reason of poverty and underdevelopment of those areas where it is perpetrated.
 
In sum, our citizens of all ethnic origins -Turkish, Kurdish and others- living together for more than ten centuries in Turkey have created a society of patriotic citizens sharing common values. They established their own nation-state, the Turkish Republic, following the War of Independence. Ethnic descent is not considered a cause of discrimination or privilege just as in all modern nation States on the globe.
 
NATIONAL SECURITY OF TURKEY

HOSGELDINIZ (WELCOME)
 
Sevgi ile yogrulmuş bir askerin hikayesi..

İKİNCİ BÖLÜM
 
OK
YAYDAN ÇIKTI
Bu vatan,
Toprağın kara bağrında
Sıra dağlar gibi
Duranlarındır.
Bir tarih boyunca
Onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir...
 
(Orhan Şaik GÖKYAY)
 
Türk; öğün, çalış, güven. ATATÜRK
 
 
Hayatta muvaffak olmak için üç şey lazımdır; dikkat, intizam, çalışmak. ATATÜRK
 
 
 
Zafer; "Zafer benimdir." Diyebilenin, başarı "başaracağım" diye başlayanın ve "başardım" diyebilenindir. ATATÜRK
 
Cumhuriyet Fikren, İlmen Bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister. ATATÜRK
 
 
Vatan sevgisi ruhları kirden kurtaran en kuvvetli rüzgardır. ATATÜRK
 
 
Bu memleket tarihte Türktü. bugün de Türktür ve ebediyete Türk olarak kalacaktır. ATATÜRK
 
Çocuklarınızı size bağlamanın en iyi yolu korku değil saygı ve sevecenliktir. TERENCE
 
 
 
Barışı korumanın yolu savaşa hazır olmaktır. WASHİNGTON
 
Olgun kişi, güzel söz söyleyen değil, söylediğini yapan ve yapabileceğini söyleyen kişidir. KONFÜÇYÜS
 
 
Millete efendilik yoktur, hizmet etmek vardır. Bu Millete hizmet eden onun efendisi olur. ATATÜRK
 
Medeniyet; Öyle kuvvetli bir ışıktır ki ona bigane olanları yakar, mahveder. ATATÜRK
 
 
Hiçbir ulus yoktur ki ahlaki temellere dayanmadan yükselsin. ATATÜRK
 
 
Ölülerden medet ummak, medenî bir toplum için ayıptır. ATATÜRK
 
Para ile satın alınan sadakat, daha fazla para ile de satılır. SENECA
 
Aklın ve ilmin üç büyük düşmanı vardır; kötülük, bilgisizlik ve tembellik. HAECKEL
 
 
Güç olan kahramanca ölmek değil, kahramanca yaşamaktır. C. ŞAHABETTİN
 
 
Gençken bilgi ağacını dikmezsek, ihtiyarlığımızda gölgesinde barınacak ağacımız olmayacaktır. CHESTERFİELD
 
 
HEY BENİM ASLANIM
 
Mustafa, İsmail, Osman, Ali ve Mesutların ellerini kınalayan; Zeynep, Gülsüm, Fadime, Ayşe ve Aysel anaların yürekleri yaşattı bizi... İşte böyle var olduk...
 
Nermin Öğretmen, kitabını bırakıp çantasını karıştırmaya başladı. Bir şey arıyor gibiydi. Nihayet buldu, bize döndü ve elini uzattı. Avucunun ortasında Türk Bayrağı rozetleri vardı. Şöyle dedi:
 
Sizlere küçük birer hatıram olsun. Kabul ederseniz, sevinirim.
 
Kenarları altın sarısı, içi kıpkırmızı ve ay yıldızları bembeyaz iki güzel rozet. Uzandık, teşekkür ederek aldık. Mustafa, zaten açık olan cüzdanına rozetini koyarken özlem dolu sesiyle konuştu:
Türk; öğün, çalış, güven. ATATÜRK
 
 
 
–Ne güzel renkleri var değil mi Metin Ağabey? Bu renkler birbirine ne çok yakışıyor. Zeynep'e de beline kırmızı kurdele bağladığı gelinliği işte böyle çok yakışmış, melek gibi olmuştu. Yerlere kadar sürünüyordu etekleri. Sandığa koyup sakladı onu. "Alamayan birisine verelim." dediysem de dinlemedi beni. Kıyıp da veremedi. Bir gelinlik kızı daha sevindirseydi keşke!
 
Öyle güzel anlatıyordu ki. Yanaklarında küçük gamzeler oluştu. Dudağının kenarını yine ısırdı. Duygu dolu sesini yeniden duyduk:
 
–Onu, ilk gördüğüm gün sevmiştim biliyor musun? Komşu kasabada bir arkadaşımın düğününde rastlamıştım. Bırakmadım peşini. Ağabeylerinden çok çekiniyordu. Bir iki defa gizli gizli buluştuk. Baktım ki olmayacak, annemi gönderip istettim. Önceleri biraz nazlandılar. Babam, "Üzülme oğlum, kız evi naz evi!" dedi. Ben de biraz gözdağı vermek için, şakanın dozajını kaçırarak çektim bir kenara Zeynep'i ve "Seni başkasına yâr etmem!" dedim.
 
Delikanlının son cümlesinden ürpermiş, şaşırmıştım:
 
–Bu nasıl sevmek Mustafa? Kıza hiç seçme hakkı bırakmamışsın ki?
 
–Öyle değil Metin Ağabey. O da çok seviyordu beni.
 
–Yine de yanlış yapmışsın, insan sevgisini öyle mi ifade eder?
 
–Ama annesi hep aramıza giriyordu. Kızının aklını çelecek sandım. "İki gönül bir olunca samanlık seyran olur!" demiyordu. Neyim eksikti ki benim? Taşı sıksam suyunu çıkarırım. Neyse, boş ver! Erdim işte muradıma. Düğün akşamı annem kulağıma eğilip dedi ki: "Oğlum, dünürler çok uğraştırdı bizi. İlk günden bağır, çağır da karın korksun senden. At sahibine göre kişner, sonra baş edemezsin." Dönüp baktım ona. "Anacığım, o benim eşim, karım artık. Benden korkmasına ne gerek var ki! Böyle terbiye mi olurmuş?" dedim.
 
– İyi demişsin, aferin.
 
–Aylar hızla geçti. Şimdi el üstünde tutuyorlar beni. Hiç de altta kalmıyor, her ihtiyaçlarına koşturuyorum. Kaynanam; "Benim damadım bir tane!" diyor. Zeynep de, saklıyor hâlâ gelinliğini. Düğündeki bayrakla birlikte saklıyor. Bizde adettir, üç gün boyunca düğün evine asılır bayrak. Kapıda davul zurna çalar, yukarıda o, kırmızı beyaz renkleriyle dalgalanır durur.
 
–Bayrağımızdaki renklerin başka anlamları da var Mustafa. Kırmızı, atalarımızın kanlarını, beyaz ise, dürüstlük ve temizliği simgeler. Sen biraz önce Nermin Hanıma bayrağı tarif ederken "Bayrak, namustur!" demedin mi? İşte bayrak gökyüzünde özgürce dalgalandıkça namusa leke çalınmaz ve milletimiz hep özgür kalır. Biz millet olarak gücümüzü bu ay yıldızdan aldığımıza inanırız. Nazlı bir edayla dalgalanan bayrağımız gözlerimizi doldurur, içimizi titretir. Bu bayrak altında doğan bizler, yine bu bayrak altında, "Çalışır, övünür, güveniriz!" Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın haklı gurur ve onuru bu bayrak altında coşkuya dönüşür, anlam kazanır.
 
Kendimi birden nutuk atar gibi hissettim. Sanki bir orduyu savaşa hazırlıyordum. Üstelik bu durum hoşuma da gitmişti. Yine devam edecektim ki takındığım komutan edasını delikanlının tebessümü bozdu:
 
–Hayrola Metin Ağabey, askere ben gidiyorum, sana ne oluyor? Tertip miyiz?
 
Gülümsedim. Öğretmen Hanım da, kitabının sayfalarını çevirmeyi bırakmış, bizi dinliyordu. Başını kaldırdı:
 
–Metin Bey doğru söylüyor Mustafa. Vatan, üzerinde yaşadığımız ülkemiz, yurdumuzdur. Atalarımızın bizlere emanet ettikleri topraklardır. Vatanımıza karşı maddî ve manevî bir bağlılık duymak, içimizden gelir. Bizi yaşatan şey, bu toprakların üzerindeki ortak kültür değerlerimiz, anılarımızdır. İşte bu yüzden bayrağımızı ve vatanımızı severiz. Onları korumak uğruna çalışır, gerektiğinde canlarımızı feda ederiz.
 
Mustafa aniden topuklarını birbirine sertçe çarptı ve başını hızla öne eğip kaldırdı:
 
–Askerliğimin ilk selâmını sizlere veriyorum. Vatana millete hayırlı olsun!
 
Akıllı bir delikanlıydı. Bizi incitmeden iğnelemeyi iyi beceriyordu. "Zaten yeterince gerginim, bir de siz gelmeyin üstüme!" demek istemişti herhalde. Nermin Hanım da, ben de onun bu şakasından hoşlanmıştık.
 
Arka koltuktaki yaşlı adam da gülümsedi. O, otobüse bindiğimiz dakikadan itibaren herkesi, her şeyi, yorgun; ama tecrübeli gözleriyle izliyor, inceliyordu. Bu koca çınarın yıllara meydan okuyan iri kulaklarının, büyük bir dikkatle bizleri dinlediğini de biliyordum. Türlü bahanelerle arkama döndüğümde göz göze geliyorduk. Kim bilir neler geçiriyordu aklından. Nihayet o da dayanamadı: "Biraz sonra otobüsümüz mola verecek. Eğer çaylarımızı beraber içersek sevinirim." dedi.
 
Sohbeti tatlı bir adama benziyordu. Böyle bir davet kaçırılmazdı. Memnuniyetle kabul ettik. Görevli delikanlı elindeki mikrofondan mola verecekleri yeri ve zamanı anons etti. Çok geçmeden otobüs yavaşladı ve dinlenme alanına girdi.
 
Dikkatimi çeken ilk şey, neredeyse her yerden duyulabilen müzik yayını oldu. Son günlerin çok sevilen bir türküsü, uygun bir tonda bize hoş geldiniz diyordu. Müziğin, ruhun gıdası olduğunu söyleyenler doğru lâf etmişler. Bu türkü yüreğimin tellerine dokunarak rahatlatmıştı beni. Hayatı, sadece acıdan, ayrılıktan, ibaret göstererek ağlatıp, sızlatan ve insanların içini karartan garip şarkılara benzemiyordu. Demek ki her insanın gıda anlayışı biraz farklıca oluyordu.
 
Buraya gelinceye kadar yol boyunca geçtiğimiz kimi yer bozkır kimi yer de yeşildi, oysa burası yemyeşildi. Plânlı bir çalışmanın ürünü olduğu belliydi. Her ayrıntı düşünülmüştü. Çocuklar için salıncak ve kaydırakların olduğu bir eğlence parkı, alışveriş merkezi, lokanta kısmı, bahçe, manav renk cümbüşü içerisinde birbirini tamamlıyordu.
 
Otobüsten yeni inmiştik ki, oyun parkından bize doğru plastik bir top yuvarlandı. Mustafa hemen ustaca bir hareketle ayağından dizine kaldırıp, sektirmeye başladı topu. Bu arada göz ucuyla da bizi süzüyordu. Birkaç tekrardan sonra yere düşürdü. Hiç bozuntuya vermeden eğilip aldı ve parkta oynayan çocuklara doğru attı. Kibirli bir tavırla "Aslında daha çok sektiririm; ama top biraz hafifti. Üstelik çocukları da bekletmemek lâzım." dedi.
 
Çay salonunda buluşmak üzere sözleştik. Osmanlı mimarisi tarzında yapılan çeşmenin suyundan hem içtim, hem de elimi yüzümü yıkadım. Bazı ülkelerde daha tuvalet bile yokken, atalarımın hamamlar inşa ettiği geldi aklıma. Saçlarımı düzeltirken başımı kaldırdığımda kuşları gördüm. Özgürlüğün tadını çıkarıyor, güneşin ışıklarıyla dans ediyorlardı. Tek sıra dizilen otobüsler neşeli görevliler tarafından yıkanırken, sıçrayan sular, serinlemeye çalışan bu küçük kuşların kanatlarını ıslatıyordu.
 
Eve elim boş gitmek istemedim. Bu yöre, lokumu ve kuruyemişi ile ünlüydü. Karışık iki paket yaptırdım. Çay salonuna girdiğimde öğretmen hanımı, Mustafa'yı ve henüz adını bilmediğim yaşlı adamı hoş bir sohbet içerisinde buldum. Çaylarımızı beklerken, Mustafa bizi tanıştırdı. Adının "Gürbüz" olduğunu öğrendim. Etkileyici bakışları vardı. Yıllar ona beyaz saçlarla birlikte nice anılar da vermiş olmalıydı. Sözü dolaştırıp otobüste konuştuğumuz konulara getireceğini biliyordum. Gülümseyerek etrafına bakındı:
 
Hakikaten bravo! Bir teşekkür yazıp atacağım şu girişteki kutuya. Tuvaletler, lavabolar tertemiz. Bu güzelim tesise tam not verdim. Onlar da masraf yapmış; ama hakkını da vermişler doğrusu. İnsan kendi evinde bile bu temizliği zor sağlar. Burada bunca insana aynı özeni göstermek, aynı hizmeti vermek hiç de kolay değil. Bakın personel ne kadar şık giyinmiş. Hepsi de pırıl pırıl. Hepsi de işinin ehli görünüyor. Keşke hayatta, en küçüğünden en büyüğüne kadar her iş, gerçekten işinin ehli insanlara teslim edilse!
 
Garsonun masamıza bıraktığı çaylardan dumanlar tütüyordu. Yaşlı adam eline bir kesme şeker alarak ikiye böldü. Parçalardan birini diline koyup çayına uzandı. "Bizim oralarda buna kıtlama derler; ama bu şekerler çok çabuk eriyor." dedi. Biz biraz soğusun diye beklerken o nerdeyse bardağını yarılamıştı. Mustafa kendi dili yanmışçasına buruşturdu yüzünü. İhtiyar, oralı bile olmadan kaldığı yerden devam etti konuşmasına:
 
Ellerindeki temizlik bezleri bile özenle seçilmiş. Açıkta bir tane çöp, yerlerde bir tane izmarit yok. Bakın şu tatlı bölümündeki kızımıza! Lastik eldivenler takıp, saçlarını özenle taramış. Ağzından "Efendim!" kelimesini düşürmüyor. İşini severek, isteyerek, benimseyerek yapıyor. Dolapta servise hazır bütün yiyeceklerin üzeri şeffaf koruyucularla kapatılmış. Ne de güzel olmuş.
 
Döndük baktık. Eli yüzü küçücük, hafif kısaca, yanakları al al, fındık kurdu bir kızcağız, arı gibi çalışıyordu. Mustafa da alıcı gözle baktı kıza:
 
–Gerçekten güzel kızmış. Parmağında yüzük de yok. Allah sahibine bağışlasın. Kara gözleri kömür gibi maşallah! Gidip yakından görsem, bir tatlı da ben mi yesem acaba? Yok yok! Aman Zeynep duymasın. Çok kıskançtır, küser bana.
 
Gürbüz Bey tebessüm ederek sözlerini sürdürdü:
Gençken bilgi ağacını dikmezsek, ihtiyarlığımızda gölgesinde barınacak ağacımız olmayacaktır. CHESTERFİELD
 
 
 
–Bunca uzaktan kızın parmağında yüzük olup olmadığını nasıl anladın? Ne keskin gözlerin varmış! Aslında şaşırmamak gerekir! İnsan daima görmek istediğini görürmüş ya!
 
Otobüsteki konuşmalarınıza kulak misafiri oldum. Kusura bakmayın. Meraklandım ve dinledim. Anladım ki, aramızda ortak bir şeyler var. Hepimiz bu ülkeyi çok seviyoruz; ama sadece sevmek yetmiyor. Bu sevgiyi göstermenin yollarını bulmak lâzım. Bence her insan; içinde bulunduğu durum ya da yaptığı iş her neyse, biraz da ülkesi adına görev çıkartmalı.
 
Mustafa'nın ağzı yine kulaklarındaydı. Konuşunca bu sebepsiz gülücüğün sebebini biz de anladık:
 
–Bu anlattıklarınızı bir ezberleyebilsem; âlim olurdum; ama böyle hepiniz birden gelmeyin üstüme, korkuyorum!
 
Bizi de güldürmüştü. Yaşlı adam devam etti konuşmasına:
 
–Sen bizi bırak, korkacaksan eşinden kork! Neyse ben unutmadan anlatayım diyeceklerimi. Malum yaşlılık var, uçar gider aklımdan şimdi!
 
En büyük değer ülkemize bağlılıktır. Ülkesine bağlı olan, devletine de bağlı olur. Onu kollar, devamı için uğraş verir. Bu da ancak aynaya dikkatli bakmakla mümkün olur! Akşam olduğunda başımızı yastığa koyarken düşünmeli, günün muhasebesini yapmalıyız. Ben bugün neler yaptım? Şöyle bir tartmalıyız kendimizi. Bakalım hangisi ağır basıyor; iyilik mi, kötülük mü? Cevap kötülük ise, uykumuz kaçmalı, o pamuk yastık taş olmalı bize. Etten kemikten ibaret değiliz ki! Ruhumuz, vicdanımız, aklımız, yüreğimiz var bizim. Mustafa yine muzip tavrını takınmıştı. Birden atıldı:
 
–Gürbüz Amca, dörtlüde bir eksik vardı, o da şimdi sizinle tamamlandı. İçimden geldi, bir selam da size vereyim mi? Ya da beraber gidelim askere, sayenizde yalnızlık da çekmem oralarda. Beni kesin erken terhis ederler.
 
Gürbüz Bey'in bakışları hafifçe dikleşti. Kaşlarından birini kaldırarak sordu:
 
—O nedenmiş?
 
Neden olacak, sayenizde askerliğe bir iki gün erken başladım da!
 
Gürbüz Bey babacan bir tavırla;
 
–Görüyorum ki çok neşeli ve mutlusun delikanlı. Haklısın, yerinde olabilsem ben de mutlu olurdum. Sen vatanı korumaya gidiyorsun, bundan büyük mutluluk olur mu? Vatanı, milleti, memleketin şeref ve namusunu, düşmana karşı koruyacaksın. Arkadaşlarınla bir elin parmakları olacaksın. Bu uğurda nice çaba sarf edeceksin. İçimizdeki birlik ruhu olmasa, bütün bu çaba, bu gayret hepsi de boşa gider.
 
Nermin Hanım çayını karıştırırken ses çıkarmamaya özen gösteriyor, anlatılanların tadına varmaya çalışıyordu. Kısa sessizliği fırsat bilip sohbete katıldı:
 
–Delikanlı takılıyor size Gürbüz Bey. Gençlik değişiyor artık. Keşke bütün gençler Mustafa gibi olsa. İçinde bulunduğumuz çağ da baş döndürücü bir hızla değişiyor ve hayatlarımızın şeklini belirliyor. Bu değişim; en sarsılmaz, hiç bir şey olmaz denilen sistemleri bile derinden etkiliyor. Teknoloji; kolaylıkların, rahatlığın yanında tehlikeleri de beraberinde getiriyor. Bütün bunların özünde sadece insan var. İnsanın sınırsız gücü ve aklı var. Biliyor musunuz, geçenlerde bir kitapta okudum. Yüksek kalitede bir bilgisayar saniyede dört yüz milyonun üzerinde işlem yapabiliyormuş.
 
Mustafa dudağını büzerek baktı:
 
–İnanması zor!
 
–Evet, inanması zor; ama doğru delikanlı. Her saniyede bu kadar çok işlem. Sonra daha da şaşıracağım bir şey okudum; "Bu bilgisayarın hiç durmadan çalışıp yüz yılda yapabildiğini beynimizde sadece bir dakikada yapabilecek kapasite varmış. Oysa biz, ne yazık ki beyin gücümüzün sadece yüzde birini kullanıyormuşuz! Şöyle bir düşünsenize vücudumuzdaki diğer organların da sadece yüzde bir performansla çalıştıklarını! Hastaneler dolup taşardı herhalde!" Daha fazla gecikmeden buna bir tedbir almalı, aklımızı akıllıca kullanmayı öğrenmeliyiz.
 
Mustafa konuşmaların yoğunluğundan biraz bunalmıştı. Masanın ortasına bir paket koyup seri hareketlerle açtı:
 
–Annem de tedbir almayı sever öğretmenim. Bu börekleri eşimle beraber hazırladılar. "Anne çok koydunuz!" dedim. "Oğlum, kime nasip olacağı, kime ikram edeceğin belli olmaz, paylaşırsın!" dedi. Haklıymış, afiyet olsun.
Hayatta muvaffak olmak için üç şey lazımdır; dikkat, intizam, çalışmak. ATATÜRK
 
 
 
 
Gerçekten de böreklerin maharetli eller tarafından yapıldıkları belliydi. Güzel ve iştah açıcı görünüyorlardı. Geri çevrilecek teklif değildi bu!
 
Mustafa, yaptığı ikramın mutluluğunu yaşıyor, kahverengi gözleri pırıl pırıl parlıyordu. Paylaşılan o birkaç parça börek, kuş sütü eksik sofralar gibi geldi bana. Çünkü sadece sofrayı değil; sevgi, saygı ve sohbeti paylaşıyorduk. Gürbüz Bey; "Yapanların ellerine sağlık, bu dünyada kimse aç kalmasın, açlıkla terbiye edilmesin!" dedi. Nermin Hanım da devam etti:
 
–Evet, aç kalmasın. Açlık elbette çok önemli. Eğer bir ülkenin ekonomisinde bozukluklar varsa, bu sosyal yapıyı da etkileyebilir. Aile bağları, komşuluk ilişkileri zayıflayabilir. Bilgisiz ve zayıf karakterli insanların, kanunsuz olaylara katılımı artabilir. Gayri ahlâkî yollara sapmalar olur. İşte o zaman güven duygusu azalıp, ümitsizlik oluşur. İnsanların düşünceleri istismar edilir. Gerektiğinde, kazandığı ile yetinebilmeyi öğrenememiş birkaç insan arasında, para için her şeyin kullanılabileceği düşüncesi yayılır. Birlik, beraberlik bozulur.
 
Birden sustu. Parmağının ucuyla bize yerdeki bir zeytin tanesini işaret etti. Sonra sürdürdü konuşmasını:
 
–Şu zeytine iyi bakın. Sadece bir zeytin tanesi deyip geçmeyin. Açlık insana neler yaptırır! Bilhassa savaş yıllarında açlık daha bir şiddetli olur. Kurtuluş mücadelemizin çetin günlerinde Levazım Bakanlığı şöyle bir emir yayınlamış;
 
"Nasıl tüketileceğine dair bilgi verdiğimiz gıda maddelerinden olan zeytinin, özelliği dolayısıyla kısıtlanarak yenilmesi gerekmektedir. Bir adedinin, üç ayrı lokmada ekmeğe katık edilmesi kararlaştırılmıştır. Alışılanın haricinde olan bu zorunluluğu kıtalara günlük emir şeklinde duyurunuz ve takip ediniz..."
 
Yerdeki zeytine bir kez daha baktı ve sonra yine bize döndü:
 
–Ne günler geçirmişiz. Ne acılar çekmişiz. Yalnız kalmışız. Çaresiz kalmışız. Medine'de kuşatma altında askerini öpen koklayan Fahrettin Paşa da çaresiz kalmış. Hem düşmanla hem de açlık ve sıcakla savaşmış. Bu yiyecek yetersizliğine geçici çareyi çekirgede bulmuş. Günlük emrinde Mehmetçiğe çekirgeyi anlatmış;
 
"Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Yalnız tüyü yok... O da serçe gibi kanatlı ve uçuyor. Bitki ile besleniyor. Serçe gibi huysuz... Yediği şeyleri seçiyor ve temiz şeyler yiyor... Yemen ve Afrika Arapları'nın başlıca gıdası çekirgedir. Romatizmaya da iyi gelir. Doktorlarımıza tetkik ettirdim. Şifalarını saymakla bitiremediler...
 
Çekirge yemeği şöyle hazırlanır. Yağ ile kavrulur, kavurma gibi yenir... Haşlanır, bulgura karıştırılır..."
 
Nermin Hanım, size bir örnek daha vereyim diyerek devam etti;
 
—Kurtuluş Savaşı yıllarında halkımız ve ordumuz o kadar sıkıntı çekmiş ki! Askere bir günlük iaşe olarak; sabah üzüm hoşafı, akşama da yağlı buğday çorbası verilebilmiş. Hatta bazı günler bu iki öğün teke düşürülmüş! Bu şartlara sebat eden askerle kazanmışız bağımsızlığımızı. Şimdiki çocukların yemek seçtiklerini, bamyaya, pırasaya, karnabahara, ya da güzelim ıspanağa burun kıvırdıklarını görüyorum ya, kahroluyorum!
 
Mustafa'nın ağız tadıyla yemeye çalıştığı böreğini elinde beklettiğini gördüm. Taktiği işe yaramamış, öğretmene ikramda bulunmuş; ama susturamamıştı. Nermin Hanım yine yapacağını yapmış, söyleyeceğini söylemişti. Hızını alamadığı da belliydi. Durmaya da hiç niyetli görünmüyordu. Aynı ton ve coşkuyla sürdürdü konuşmasını:
 
–Bu milletin ömrü cephelerde, savaşlarda geçti. Bir başka örnek vereyim size;
 
"Atatürk bir seyahatinde tanıştığı ihtiyarlara sormuş:
 
–Mal mülkle hiç uğraşmadık diyorsunuz. Bu nasıl iş? Bunca yıl ne yaptınız peki?
 
İhtiyarların arasındaki bir köylünün yorgun sesi duyulmuş:
 
–Biz; Yemen, Tuna Boyları,
Balkanlar, Arnavutluk Dağları,
Kafkaslar, Çanakkale ve Sakarya'da
Savaşıyorduk Paşam..."
 
Nefes bile almadan konuşuyordu. Ara verip, soluklandı. Sonra, sanki anlattıkları yarım kalacak korkusuyla devam etti:
 
–Bu millet bağımsızlığını korumak için çok savaştı. Kahramanlık destanları yazan tok gözlü insanlarımız hiçbir zaman mal mülk hırsına düşmedi. Onların gönüllerinde hep vatan sevdası vardı.
 
Nermin Hanımın anlattıkları bana da o çetin günleri konu alan bir kitaptan okuduklarımı hatırlattı;
 
"Kurtuluş Savaşımız sırasında, o günün çileli, yoksul insanları, yani dedelerimiz ki, yaşayanları hâlâ aramızdadırlar; çorabının tekini, ayağının çarığını, sırtındaki gocuğunu, atını, öküzünü, ambardaki buğdayını, mercimeğini savaşanlarına seve seve vermekten kaçınmadı. Böylece o günün dedeleri, babaları şimdilerin yetmiş milyonunu yarattılar. Bizler o günlerin fedakârlığı ile bunca yıldır huzur içinde yaşıyoruz.
 
Toparlanmamıza, kalkınmamıza içte ve dışta bulunan hasımlarımız fırsat vermediler. Dile kolay! Yıllarca hiç durmadan savaşmışız. Bizlere armağan edilen bu barışı, yoksulu, varlıklısı, herkes korumalı. Kimse; "Verecek bir şeyim yok!" dememeli. Kurtuluş Savaşı'ndakilerin nesi vardı? Yine de ayağındaki çarığın birini çıkarıp verdi!"
 
Gürbüz Bey başını sallaya sallaya konuştu:
 
–Savaşları kazanarak onurumuzu ve yurdumuzu kurtardık. Bugün de kültürümüzü, ekonomimizi, umutlarımızı daha iyi durumlara getirmek için çalışacak ve geleceğimizi kurtaracağız!
 
Mustafa da tam bu arada böreği kurtarma telaşındaydı. Saygısızlık olmasın diye küçük parçalara bölüp ağzına atıyor, sonra da çiğnemeden yutmaya çalışıyordu.
 
Anlatılanların doğruluğu konusunda hiç bir söz söylenemezdi. Belki de delikanlının sesini çıkartmayıp, kaşlarını çatmamasının nedeni buydu. Daha rahat bir konuşma ortamında olsaydık, onun, söze daha çok katılacağını düşündüm. Buna rağmen kendiliğinden gelişen sohbetimiz, masamıza derin ve ciddi bir hava katıyordu. Şu an burada olmaktan çok mutluydum. Mustafa'nın da gösterdiği bu sıcak ilgi rol olamazdı. İçinden geldiği için yanımızda olduğunu hissedebiliyordum.
 
Otobüste birbirlerine buruşturulmuş kâğıtları atarak eğlenen gençler, çay salonunda da neşelerinden bir şey kaybetmemişler, yeni şakalar icat ediyorlardı. Boş meşrubat şişesini masanın üzerinde hızla çeviriyor, şişenin ucu hangisini gösteriyorsa, onun çayına taşıncaya kadar şeker doldurup içmeye zorluyorlardı! Çevrelerinde başkalarının olduğunu yine unutmuş, ölçüsüz kahkahalar atıyorlardı.
 
İçlerinden birisi kız arkadaşına kur yapmaya başladı. Saçlarını bozmaya çalışıyor, kız da izin vermeyince işi pişkinliğe döküyordu. Arkadaşları onu cesaretlendiriyor, o da tekrar deniyordu. Nihayet kız öfkeyle kalktı. Bir şeyler söyledi ve hızlı adımlarla otobüse doğru gitti. Bütün bu olanları benimle birlikte izleyen Nermin Hanım, dinlenmiş, soluklanmıştı. Gözlüğünü düzeltip, saçını kulağının arkasına attı ve konuşmasına devam etti:
 
–Daha dün Çanakkale'de olanları unutabilir miyiz?
 
"Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında başka kuvvetler ve kumandanlar yerimize geçebilir!" Sözü unutulabilir mi?
 
Bu emri alınca, gözlerinin önünde şehit olan arkadaşlarını gördüğü halde, buna zerre aldırmadan ölüm için sıra bekleyen Mehmetçik nasıl unutulur?
 
Alnından vurulacağını bildiği halde, bir an olsun düşünmeden arkadaşlarının yerini alan kahramanlar bugünlerimizin güneşleri olmadılar mı? Onlar, şimdi bize masal gibi gelen yangının tam ortasında kor ateşlerle yanmadılar mı? Kemerlerini kaynatıp suyunu çorba niyetine içmediler mi?
 
Nermin Öğretmeni dinlerken Çanakkale sonrası İngiliz Parlamentosunda yenilgilerine kılıf arayanları hatırladım. İşgal Orduları Komutanı Hamilton, yaptığı konuşmada şöyle demişti;
 
"Lortlarım! Biz görevimizi yaptık. Hesabımıza göre Gelibolu Yarımadası'nı 2,5 cm. kalınlığında bir levhayla kaplayacak kadar mermi attık. Ne yazık ki karşımızda ölmeyi emredebilen bir komutan ve koşa koşa ölüme gidebilen bir ordu vardı. Biz başka ne yapabilirdik? Elimizden bu kadarı geldi!"
 
İngiltere Başbakanı Winston Churchill de aynı parlamentoda buna benzer bir itirafta bulunmuştu;
 
"Çok üzgünüm. Mağlubiyeti damarlarımda hissetmekteyim. Her şeyi planlamış, Çanakkale bizimdir demiştim! Yanılmışım! Bağrımda İngiliz gururu olmasa Türkleri alınlarından öpmek, ayakta alkışlamak isterim."
Vatan sevgisi ruhları kirden kurtaran en kuvvetli rüzgardır. ATATÜRK
 
 
 
Ben aklımdan bunları geçirirken, Nermin Hanım da tatlı sesini titrete titrete anlatmaya devam ediyordu:
–"Boğazdaki gemide nöbet tutan Mehmetçiğin, gecenin karanlığını yırtarak gelen torpidoyu gördüğünde, onu kendi vücudu ile karşılayıp parçalandığına..." bugün kaç kişi inanır; ama bu hakikat.
 
Mustafa Kemal'in Çanakkale'deki Türk askerine duyduğu hayranlığı dile getiren satırlarındaki her bir kelime de hakikat. Şöyle demişti Gazi;
 
"Karşılıklı siperler arası mesafe sekiz metre. Yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekiler hiç biri kurtulamamışçasına yere düşüveriyor. Hemen arkasındakiler onların yerine gidiyor. Fakat nasıl gidiyor biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar kendisinin de öleceğini biliyor; ama hiçbir tereddüt göstermiyor..."
 
Gencecik subayın, köy kahvehanesinin önünden geçerken, seksenlik bir ihtiyarın ayağa kalkıp, ona esas duruş göstermesi ve selama durması da yalan değil, hakikat. Bu davranış, askere saygı. Bu davranış, o genç subayın üzerindeki, orduyu ve milleti temsil eden üniformaya duyulan sevgi.
 
Çünkü biz asker milletiz! Bu sevgi olmasa, bugün bu özgür nefesleri alamazdık. İçimizdeki herhangi bir Mehmet'i "Mehmetçik" yapan şey de işte bu sevginin özünde saklı!
 
Gürbüz Bey, gözlerini tek bir noktaya sabitlemiş, kaşlarını da indirmişti. Anlattıklarını yaşıyormuşçasına heyecanlanan Nermin Hanıma döndü:
 
–Koca Seyit'in hikâyesini bilir misiniz? "Havranlı Koca Seyit. Düşman topları Mecidiye Tabyası'nı olanca gücüyle dövmüş. Bir tek Seyit Onbaşının topu sağlam kalmış; ama onun da vinci kırılmış. Bulamış ellerini toprağa bu karayağız Anadolu delikanlısı ve kucaklamış 276 kiloluk mermiyi. Yalpalaya yalpalaya altı basamaklı merdivene tırmanıp, koymuş namluya. Sonra iki defa daha tekrarlamış bunu. Nihayet vurmuş zırhlıyı, devirmiş…"
 
Nermin Hanım'ın dudaklarının arasından çıkan bir cümle yankılanıverdi salonda:
 
–Hey benim aslanım!
 
Yaşlı adam da coşkuyla, sesini yükselterek devam etti:
 
–"Aslan ya! Akşam komutanı gelip öpmüş alnından o aslanı. Bir daha kaldır oğul, göreyim demiş. Çamlık köyünden Mehmet oğlu Seyit bakmış bakmış mermiye, cevap vermiş; Daha kaldıramam komutanım! Sonra tahtadan bir maket yapmışlar da ancak öyle çekebilmişler fotoğrafını..." Hey gidi Koca Seyitler. İşte bu Seyitler yaşattı bizi.
 
Mustafa, İsmail, Osman, Ali ve Mesutların ellerini kınalayan; Zeynep, Gülsüm, Fadime, Ayşe ve Aysel anaların yürekleri yaşattı. İşte böyle var olduk...
 
 
 
 
Zafer; "Zafer benimdir." Diyebilenin, başarı "başaracağım" diye başlayanın ve "başardım" diyebilenindir. ATATÜRK
 
 
ADI NE GÜZEL
BARIŞIN
 
"Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!" diyebilir miyiz? O yılan gelir, günün birinde bizi de sokar...
 
Elimdeki böreğin Mustafa gibi benim de boğazıma dizildiğini fark ettim. Seyit Onbaşının alnından ben de öpmek istedim. Sahip olduğu en değerli şeyi, yani canını sermaye eden bu yiğitlerin gururlarını içimde hissettim. Balkan Harbi'nde Edirne'yi savunan Şükrü Paşa'nın vasiyeti geldi aklıma;
 
"Düşman, hatları geçtikten sonra ölürsem, kendimi şehit kabul etmiyorum. Beni mezara koymayın. Etimi itler ve kuşlar çeke çeke yesinler.
Fakat müdafaa hattımız bozulmadan şehit olursam; kefenim, lifim, sabunum çantamdadır. Beni bu mahalle gömeceksiniz ve gelen nesiller üzerime bir abide dikecekler…"
 
Çay imdadıma yetişti. Zor yutkundum. Bir, iki küçük öksürükten sonra söz aldım:
 
–Bizler üzerimize düşeni yaparsak; ülkemiz, düşmanlarına hep korku salacaktır. Bu konuda sadece kahramanlık göstermek yetmez. Aklımızı kullanmalıyız. Atatürk de; "Biz akıl, mantık ve zekâ ile hareket etmeliyiz." diyor. Doğru da söylüyor. Çalışmak ve üretmek zorundayız. İnsan emek harcamadan kazanamaz. Akıl ve ilimden bir anlık sapmalar bile karanlıklara davetiyedir. Çünkü "Hayatta en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir."
 
Gürbüz Bey, kalın kaşlarının altındaki, kim bilir neler görmüş, nelere şahit olmuş gözlerini kırpıştırdı:
 
– Doğru yapmaktan utanılır mı? Mümkün olanın en iyisini yapmalıyız. Aklın ve bilginin üç büyük düşmanı varmış; kötülük, bilgisizlik ve tembellik. Çalışmadan karşılık beklemek boşunadır. Yunus ne güzel demiş; "Bir çeşmenin başına bir testi koysalar, kırk yıl orda dursa nafile dolası değil." Elbette dolmaz! O testiyi alıp suyun altına tutacaksın ki dolsun!
Kendimizi de işte böyle doldurmalıyız. Bilgiye ve öğrenmeye değer vermeyen insan kendisini koruyamaz ki, ülkesini korusun. İnsan hayatı boyunca bilginin peşinde koşmalıdır. Bu, ona güç verir. İşte o zaman görünmeyeni görür, duyulmayanı duyar. Benim bir torunum, hayatının baharında dağlarda şehit düştü. "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!" diyebilir miyiz? O yılan gelir, günün birinde bizi de sokar.
 
Yaşlı adamın son cümlesinde titreyen sesi, tüylerimi diken diken etmişti. İçten bir tavırla sürdürdü konuşmasını:
 
–Halk duyarlı olmalı ki; ülkemizi bölmeye, yok etmeye çalışanlar başaramasınlar. Halk duyarlı olmalı ki; demokrasi çiçeği solmasın. O, henüz taze bir çiçek. Büyüyecek, serpilecek, olgunlaşacak. Kat edilen mesafe gün geçtikçe artacak. Halk duyarlı olmalı ki; Cumhuriyet'in erdemleri ya da insan hakları lekelenmesin. Kimse bunları keyfince kullanıp hainlik yapmaya kalkamasın. Halk yürekten inansın ki; anarşi, milleti parçalamak için bir araçtır. Halk yürekten inansın ki; teröre kucak açan ve ondan medet umanlar yarın o batakta kendileri boğulacaklar.
 
Başını kaldırıp, gazete okuyan insanları işaret etti:
 
–Okumuyor musunuz gazetelerde? Sarıyor vücuduna bombayı, her şeyden habersiz, işinde, gücünde masum insanları öldürüyor. Bunun neresi doğru? Kan bürüyünce gözleri, bir dava senaryosu uyduruluyor. Sonra çıkıyor sahneye insan olduklarını unutan kuklalar ve acımasızca yakıp yıkıyorlar.
 
Mustafa bizi dinlerken yorulmuştu. Yine hızımızı alamamış, şu küçük molayı Kuvay-i Milliye toplantısına çevirmiştik. Haklıydı çocuk! "Selâm verip borçlu çıkmıştı!" Böreğin de son dilimi elinde kalmış, yemeğe kıyamıyor gibiydi. Eşinin ellerini ellerinde hissediyor olmalıydı. Buna rağmen anlatılanları dinlediğini göstermek istedi:
 
–Gürbüz Amca, Hepimiz güzel ülkemizin gelişmesi ve kalkınması için çalışıyoruz.. Neden birbirimize daha çok destek olmuyoruz?
 
 
 
Sözlerindeki iyi niyet hemen belli oluyordu. Gürbüz Bey de ona aynı içtenlikle cevap verdi:
 
–Herkes senin gibi düşünse ne güzel olur. Bizi bize bırakmıyorlar ki. Bu ülke hem içerden hem dışardan sürekli tehdit ediliyor. Amaçları insanlarımızı sindirip devleti parçalamak ve topraklarımız üzerinde söz sahibi olmak. Ama biz milli bütünlüğümüzden ve kültürümüzden taviz vermeyeceğiz. Türk vatandaşı olmanın onur ve mutluluğunu da hiçbir zaman feda etmeyeceğiz.
 
Delikanlının yerinde olsam soru falan sormazdım herhalde! Ya da sorduğuma pişman olurdum. Ne de olsa bu sorular oluyordu içimizdeki birikimleri ateşleyip bizi konuşmaya iten. Sanki eteklerimizdeki taşları, fırsatını bulmuşçasına bir bir döküyorduk. İşte şimdi Nermin Hanımın sakin tavrı yine değişmiş, heyecanına hâkim olamadan yüksekçe bir tonla konuşmaya başlamıştı bile:
 
–Bir milletin bütünlüğünü tehlikeye düşürücü davranışların başında bozgunculuk vardır. Bütünlüğümüzü bozacak davranışlara alet olmamak, vatan ve milleti sevmenin temel şartıdır. Gözlerimizi açık tutacak, bizi kimsenin kandırmasına izin vermeyeceğiz. Birlik ve beraberlik içerisinde daha çok çalışacağız, gelişmeleri takip etmek için daha çok okuyacağız. Hayatımızın her safhasında dürüst olacağız. Birbirimizin arkasından kuyumuzu kazmayacağız. Dargınlığı, kini, düşmanlığı bir tarafa bırakacağız. Birbirimize saygı göstererek yaşamaktan başka çıkar yolumuz yok ve olmamalı da.
 
Yaşlı adam bu cümlelere başıyla onay verdikten sonra sanki bütün konuşmalarımızın özetini birkaç kelimeye sığdırdı:
 
– Bir deprem oluyor ya da bir sel basıyor. Sonra çıkıyor ortaya kendini bilmez çıkarcılar ve bu doğa olaylarını bile öylesine yorumlayıp, zor durumdaki insanlara, "Yine ne yaptınız, ne günah işlediniz ki başınıza bu felaket geldi?" diyebiliyorlar! İşte bu yüzden, ilme, akıl ve mantığa aykırı görüş ve fikirleri savunanların, ülkeyi her yönden bataklığa sürüklemeye çalıştıklarının daima farkında olacak ve onlara fırsat vermeyeceğiz.
 
Hayatın telaşıyla uğraşırken, böyle bir sohbeti özlemiş, her ne kadar konuştuklarımız Mustafa'ya biraz ağırca gelse de bu yolculuğu sevmiştim. Bütün bu söylenenleri, orada bulunan ve çaylarını yudumlayan insanların da duymalarını isterdim. Hatta insanlarımızın hepsinin. Belki o zaman içimizden gelen ortak sese daha bir kulak verir, tek yürek olmak için bunca çaba sarf etmezdik. Devleti tükenmez bir nimet olarak düşünmez, ona zarar verecek davranışlardan kaçınırdık. Değerlerimizin kıymetini bilir ve onlara daha da bir sıkı bağlanırdık. Ben böyle düşünürken Gürbüz Beyin babacan ifadesiyle Mustafa'ya döndüğünü gördüm:
 
–Sıkıldın mı yoksa oğlum?
 
Delikanlı, gerçekten nazikti. Kendisinden beklenen cevabı vermekte hiç gecikmedi:
 
–Hiç olur mu öyle şey Gürbüz Amca? Sen ben konuşmazsak, kim konuşacak bunları? Hep başkalarına mı bırakacağız? Hep havadan sudan bahsedip, dedikodu mu yapacağız? Sonra bir bakıyoruz ki, "Atı alan Üsküdar'ı çoktan geçmiş!"
 
Duyduklarına mutlu olan yaşlı adam, Mustafa'nın omzuna sevgiyle dokundu ve kelimelerin üzerine basa basa, cümlelerin arasında soluklana soluklana anlatmaya başladı:
 
–Haklısın oğlum, çok haklısın. Gün oyalanacak gün değil. Doktorlar, erken teşhisin tedavi için temel şart olduğunu söylerler. Türkiye Cumhuriyeti'ni sarmaya çalışan kanserli dokuları iyi tespit etmemiz gerekir. Bunlar karşımıza türlü türlü isimlerle çıkar. Bazen kılık değiştirir, oyunlar oynarlar. Bazen topraklarımız üzerinde hak iddia eder, başka bir devlet kurmak isterler. Bazen de dinimizi çıkarları için kullanır, saf ve temiz insanlarımızın duygularını hiçe sayarlar. İçimizdeki sevgiyi, yüreklerimizdeki saflığı öldürmeye çalışırlar.
 
Hemen arkamızdaki duvarda lale motifli ebru içerisinde bir hat yani güzel yazı örneği dikkatimi çekti. Aklıma bu konulara meraklı ve kabiliyetli olan arkadaşım Şaban Bey geldi. Bir gün bana atölyesini gezdirirken gazeteden kesip yapıştırdığı sayfayı göstermişti. Şu satırları okumuştum;
 
Çocuklarınızı size bağlamanın en iyi yolu korku değil saygı ve sevecenliktir. TERENCE
 
 
 
"Türkiye'de, dört yüz binden fazla yazma eser var. Bütün diğer ülkelerdeki toplam yazma eser ise bunun ancak yarısı. Bu yazılar güzel bir ebru ile çerçevelenmiş ise, sanat değerleri daha da artıyor..." Ama herkes de biliyordu ki çok zordu bu alfabenin eğitimi ve modern anlayışın gereklerine uymuyordu. Arap alfabesini kullandığımız o dönemde okuryazar oranımızın çok düşük olması da bundan kaynaklanıyordu. Hele bir de harf inkılâbından sonra yeni duruma ne kadar çabuk uyum sağladığımız düşünülürse Mustafa Kemal'in haklılığı daha da çıkıyordu ortaya.
 
Bu arada öğretmen hanım da bazen yumuşak bazen hararetle örnekler vermeye devam ediyordu. Bir an dalıp gittim. Artık onu duyamıyordum.
 
Gözlerimin önünde Gazi'nin kara tahta başında, elinde tebeşir, gülümseyen yüzüyle yeni harfleri öğreten resmi belirdi. Verdiği büyük uğraşa değmişti. Çünkü pahalıya mal oluyordu bize eğitimsizlik. Ülkemiz ne zaman şöyle biraz toparlansa, nicedir sönmüş olan zehirli küller hemen alevlendiriliyordu. Kabuk bağlayan nice yara tekrar tekrar kanatılıyor ya da yeni yaralar bulunup açılıyordu. Perde arkalarında saklanıp görünmeyenler, paravan ve maşa örgütlere destek sağlıyor, fırsat kolluyorlardı.
 
Bazıları da, Cumhuriyetimizin temel şartlarından olan lâikliği; dinsizlik, kâfirlik olarak gösterme telaşındaydı. Bu menfi propaganda ile yetinmeyen ve insanları kendi saflarına çekmek için türlü yalan uyduranlar, kimi zaman da Mustafa Kemal'i kendi dar ve sığ kalıplarına göre, yani işlerine geldiği gibi yorumluyorlardı. Yapılan bir halk toplantısında, gençlerden biriyle Gazi arasında geçen kısa konuşmayı hatırladım;
 
–Paşam, size diktatör diyorlar, ne düşünüyorsunuz?
 
Cevap çok kısa; ama bir o kadar da anlamlıydı;
 
–Eğer ben diktatör olsaydım, sen şimdi bana bu soruyu sorabilir miydin?
 
Delikanlının seslenmesiyle kendime geldim. Yeni gelen çayımı soğutmamamı söylüyor, parmağı ile işaret ediyordu. Söz, Gürbüz Beye geçmiş, içini döküyordu:
 
–Artık savaşlar sadece meydanlarda değil, milli hedeflere de yapılıyor. Nedir bizim hedefimiz? "Çağdaş medeniyet seviyesinin üzerine çıkmak!" Öyleyse bu hedefe ulaşmak için herkes üzerine düşen görevi yerine getirmeli. Karınca kararınca, payımıza ne düşüyorsa işte!
 
Mustafa gülümsedi:
 
–Benim milli hedefim askerliğimi bitirmek Gürbüz Amca.
 
Yaşlı adam, biraz daha ciddileşti:
 
–Oğlum, bir hedefin milli olması için tüm milleti ilgilendirmesi gerekir. Senin askerliğin daha çok eşini ve aileni ilgilendiriyor. Böyle bir hedef, milli olamaz!
 
Mustafa biraz bozulur gibi oldu:
 
–Şaka yaptım Gürbüz Amca. Mutluyum çünkü sağlığım, sıhhatim yerinde ve askere gidiyorum. Daha ne isteyeyim?
 
Öğretmen hanım havayı biraz daha yumuşatmaya çalıştı:
 
–Bu cümlen çok daha sıcak oldu. Sen şimdi kışlana gidiyorsun. Kendine hedefler belirle. Okuma yazma bilmeyenler bile orada öğrenirler. Sen de unutma, kendine vazife çıkar, birkaç arkadaşına öğret kâğıt kalem tutmasını. Hiç olmazsa bir mektup yazabilsinler ailelerine. Nasıl olsa gerisi kendiliğinden gelir. Bize Ordu–Millet demişler. Çünkü tarih boyunca, askeri güce verdiğimiz önemle birçok devlet kurmuşuz. Askerimiz, her zaman milletimizin huzur, güven ve gurur kaynağı, Cumhuriyetimizin de bekçisi olmuştur.
 
"Ordu miletin ta kendisidir. Tarih boyunca yaşanan toplumsal değişim ve gelişimde olumlu bir mesafe katettiysek bunda askerin payı büyüktür. Çünkü ordu, milletinin gönlünde büyür. Halkının kendisini daima güçlü görmek istediğini iyi bilir. Kışlaya, peygamber ocağı diyen, askere giderken 'ölürsem şehit, kalırsam gazi' anlayışını içinde sindiren başka bir ülke çocuğu var mı?
 
Dürüstlük çizgisini hiç bozmadan değişiklikleri yakından takip eden ordu, birikim sahibidir ve bu birikimi kullanmayı da iyi becerir. Uluslararası görevlerden, örneğin, Somali, Bosna, Kosova, Afganistan gibi ateş çemberlerinden hep bu birikimi sayesinde yüz akıyla çıkmayı başarmış ve parmak ısırtmış, örnek olmuştur.
 
Görev yaptığı bu ülkelerde yeteneklerini sergilemekten de çekinmemiş, hep liderliği hedeflemiştir. Çünkü o inanır ki bu görevler dünya barışı için gereklidir. Cumhuriyetimizin temel ilkeleri arasında da bu anlayış yok mu? Cumhuriyeti kuran kadro ve en başta da Atatürk, hayatının büyük bölümünü savaş meydanlarında geçirerek, savaşın vahşetine yakından şahit olup barışın gerekliliğine yürekten inanmadı mı? İşte bu yüzden bugün dış politikamızın ana niteliği 'Yurtta Sulh, Cihanda Sulh' prensibidir ve "Bir ulusun hayatı söz konusu olmadıkca savaş kesinlikle cinayettir. "
Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar gibi ateş çemberi bir coğrafyanın ortasında sadece ülke ve millet bütünlüğünü korumak yetmez. Bir görev yüklenip, durumdan vazife çıkarıp, başka ulusların barış çabalarını da desteklemek gerekir.
 
Ordumuz binlerce yıldır süre gelen kurumsal geleneği ve tecrübesi dâhilinde başka orduların binlerce askerine de eğitim desteği verir."
 
Delikanlı başını öne salladı. Aklından geçenleri anlatmaya başladı;
 
—Ordumuzun güçlü olduğunu biliyorum. Üzerinde bulunduğumuz coğrafyanın da çok önemli bir bölge olduğu söyleniyor. Ülkemizin etrafında çatışmaları sık sık duyuyoruz. Şimdi daha iyi anlıyorum; Ordumuzla birlikte, devletin bütün kurumlarının ve milletimizin de birlik, beraberlik içerisinde ve güçlü olması gerektiğini.
 
Gürbüz Bey Mustafa'nın ilgisine şaşırdığını belli etmemeye çalışarak, anlatmaya devam etti:
 
–Ordumuz ne kadar güçlüyse, biz de o kadar güvendeyiz delikanlı. Çünkü milli çıkarlarımızın kollanması, barış zamanında bile caydırıcı, güçlü bir ordunun varlığını gerektirir. Türkiye Cumhuriyeti; devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Bu bütünlüğe zarar verecek tüm tehditlere, yasaların öngördüğü hükümler çerçevesinde yine ordumuz göğüs gerer. İşte bu yüzden de her zaman güçlü olması şarttır.
Bu memleket tarihte Türktü. bugün de Türktür ve ebediyete Türk olarak kalacaktır. ATATÜRK
 
Gürbüz Bey gülümsedi. Aklıma Türk Ordusu'nun şanlı tarihinde gücünü dosta düşmana gösteren gerçek bir olay geldi.
 
19 ncu yüzyılda Almanya'nın Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında Fransızlar oturuyordu. Fransızlar, her sene nehrin Almanlardaki kısmına geçip mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlardı. O sıralar, milli birliğini sağlayamayan güçsüz Almanlar ise buna fazla ses çıkaramıyordu. Çareyi Osmanlı sultanına mektup yazıp, imdat istemekte buldular. Mektupta şöyle denmektedir:
 
"Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyaya nam salmış büyük imparatorluğun sultanısınız. Bizi şu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Mahsulümüzü bu sene olsun toplama imkanı sağlayın."
 
Çöküş devrine girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini inceleyen padişah, asker göndermeyi uygun bulmaz; yalnızca asker elbisesi göndermeyi kafi bulur ve cevabi bir mektupla asker elbisesi dolu üç çuval yollanır. Şaşkına dönen Almanlar, çuvalları alıp mektubu okurlar:
"Fransızlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçeri elbiselerini görmeleri kafidir. Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin. Mahsul zamanı, nehrin yakın yerlerinde dolaştırın. Fransızlar için bu kafidir."
 
Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetlerini kapışırlar. Hasat vakti büyük bir heyet yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar. Ertesi gün, gelen haber, Almanların sevinç çığlıkları atmalarına sebep olur: "Osmanlılardan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini de terk ederek iç kesimlere doğru kaçarlar. Mahsulümüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir."
 
Bu olay, Mülhaym'lilerin gönüllerinde taht kurmuştur. Giydikleri yeniçeri kıyafetlerini Mülhaym'a bağlı Karlsruhe müzesine koyup ziyarete açarlar. Şehrin en yüksek binasına da Türk Bayrağını asarlar. Ayrıca olayın yıl dönümlerinde karnaval düzenleyip bu olayı temsilen kutlarlar.
 
Mustafa kendini tutamadı: "Vay canına" dedi. Sonra birden asker olduğunu hatırladı. Omuzları biraz daha dikleşti. Konuşulanlar ona sorumluluklarının büyüklüğünü öğretiyor, aynı zamanda da gururlandırıyordu. Kendisini masadaki bizlerden daha ayrıcalıklı hissetti. Elini göğsüne vurarak konuştu:
 
–Böyle bir ordumuz varken bize ne olur? Sünnet düğünümde Yalçın dayım bana bir asker şapkası getirmiş, düğün boyunca başımdan onu hiç çıkarmamıştım. Aynanın karşısında dakikalarca selam alıştırmaları yaptığımı da hiç unutmam. Aslında kavga etmeyi sevmiyorum; ama askerde ülkemi savunmam gerekirse, düşman benden korksun!
 
Gürbüz Bey'in yüzünde yüreği ferahlamış bir ifade belirdi:
 
–Bakıyorum hemen havasına girdin delikanlı. Ne yani sadece askerde mi korksun düşman senden? Unutma, bu milletin oğlu, kızı, anası, dedesi, hepsi askerdir. İş başa düştüğünde, cepheye hep beraber koşarız. İnşallah buna hiç gerek kalmaz. Çünkü barıştan daha güzeli yoktur. Şair de öyle diyor;
"Gök mavi başak sarışın
Adı ne güzel barışın
Fakat senin on savaşa değer,
Ey Yurt bir karışın!"
Yaşlı adam kuruyan dudaklarını bir yudum çayla ıslatarak gözlerinin içine bakan Mustafa'ya tekrar döndü:
 
Barış güzel şeydi. Türk Ordusu çevre ülkeler ve dünya tarafından, bulunduğu bölgenin barış teminatı olarak görülüyordu. Bu konu ile ilgili yakın tarihimizde gerçekleşen "Kıbrıs Barış Harekatı" dünyaya güzel bir örnektir. Türk Ordusu görev yaptığı her yerde huzur hakim olmuştur. Hatta yıllarca soydaşlarına zulüm yapan, masum insanları katleden yabancı toplum ve ordulara karşı bile hem askerliğin gereği olan kahramanlık ve cesaretini göstermiş, hemde her iki topluma insanlığın gereği yapmıştır. Bak sana bu harekat esnasında bizzat Türk Ordusuna karşı savaşan ve tutsak olan bir Kıbrıs Rum vatandaşının naklettiği gerçek bir olayı anlatmak istiyorum.
 
Harekat esnasında Rum Milli Muhafız Ordusunda teğmenlik yapan Hristoforos Mina başından geçenleri şöyle anlatmıştı;
 
"Girne bölgesindeki bir tepeye 15 kişilik bir takımın komutanı olarak görevlendirilmiş. Ama bulunduğu durum gereği bir mermi bile atamadan geri çekilme emri almış. Geri çekilirken Yunanlı subaylar kamyonlara binerek bölgeyi terk etmişlerdi. Bu arada, Bayrak Radyosu, devamlı onlara çağrı yaparak silahları bırakmaları, Türk Barış Kuvvetlerine teslim olmaları yönünde çağrı yapılmış. Çaresiz kalınca teslim olmaya karar vermişler. İlk gördükleri Türk Askeri Birliğine teslim olmuşlar. Onları teslim alan binbaşı katiyen korkmamalarını söylemiş. İlk andan itibaren ona ve arkadaşlarına çok iyi muamele yapmışlar. Fakat hiç unutamadığını ve gözlerini yaşartan olay aynı günün sabahı meydanı gelmiş; sabah kahvaltısında şu anda isim ve adreslerini yanında tuttuğu iki Türk Askeri ona kendi karavana ve tayınlarını vermişler. Her şey düzelir düzelmez bu iki büyük insanı, merhametli askerleri İstanbul'da ziyaret ettiğini ağlayarak anlatmıştı."
 
Bir an sessizlik oldu. Yaşlı adam sanki o anı yaşamıştı. Ama sözüne devam etmek istediği her halinden belliydi.
 
Sen de şimdi milli gücümüze destek olmaya gidiyorsun; ama milli güç sadece askerden oluşmaz. Milli güç, ülke olarak, millet olarak sahip olduğumuz her şeydir. Kurtuluş Savaşımız bu gücün ortaya çıkarılmasına sağlam bir örnek olmuştur. Bir milletin el birliğiyle neler yapabileceğini dosta düşmana göstermişiz. Bununla birlikte, son yıllarda ki milli birliğimize yapılan saldırılar, kundaklarında öldürülen çocuklar ve akıtılan kardeşkanları gibi kötülükler de, zaman zaman millet olarak kışkırtmalara, boş hayallere kandığımızı gösterir.
 
Yarın askerliğin bittiğinde "Benden bu kadar!" diyebilir misin? Sivil hayatında da bu milletin bir parçası olmayacak mısın? Gözlerini dört açıp, ders aldığımız acı hatıraları ömrün boyunca bir daha yaşamayacak, yaşatmayacaksın.
 
Yaşlı adam haklıydı. Doğruları anlatıyordu. Terör türlü amaçlarla zehir zehir yayılırken bilgi ve ilgi eksikliğini fırsat biliyor ve bununla besleniyordu. Bilerek ya da farkında olmadan ona yardım edenler vardı. Kendilerine pazar arayan silah üreticilerinden, terörü destekleyen ülkelere kadar geniş bir yelpazede insanlar boş yere ölüyor, öldürüyorlardı.
 
İbretle dinlediğim bu sözleri, ezberliyordum sanki. Tane tane kelimelerle devam etti;
 
Nar sever misiniz? Nar ağacı gördünüz mü hiç? Bilir misiniz ki nar ağacı diğer bitkiler için hiç de uygun olmayan koşullarda daha iyi ürün vermektedir. "En tatlı, en sulu, kokusu en güzel narlar taşlı arazide yetişir. Nasıl mı? Nar ağacı suya ulaşabilmek, toprağın derinliklerine inebilmek için önüne çıkan tüm engelleri fedakar bir anne sabrıyla aşar ve bunun sonucunda her nar tanesinin içerisinde bambaşka bir lezzet oluşur."
Terörle de böyle mücadele edeceğiz işte. Çünkü bu uzun vadeli, sabır isteyen bir konudur. Toplumun teröre karşı direnişi, mücadelenin temel koşuludur. "Halkla iç içe olup, terörün sadece insanlara değil demokrasiye de zarar verdiğini örneklerle göstermek gerekir. Bazıları terörü yok etmenin yalnız askerin işi olduğunu düşünüyor. Oysa ki askerin görevi terörün nedenlerini ortadan kaldırmaya yardımcı olmaktır. Onu tamamıyla yok edecek güç, halkın kendi gücüdür.
 
Teröre destek verenler, ondan çıkar sağlamayı düşünen kişilere sadece basit birer araç olduklarını, kendilerini maşa gibi kullandırdıklarını bilmiyorlar mı acaba? "Rüzgar eken, fırtına biçer!" demiş atalarımız.
 
Neler yapıyor, nelere mal oluyor terör? Bunu görmek için başlarını kaldırsalar yeter. Ülkemizin sanayileşmesini, makineleşmesini, daha çağdaş ve demokratik bir yapıya kavuşmasını hep bu terör belası engellemiyor mu? Amaçlarından biri de bizi biz yapanı parçalamak değil mi?
 
İstikrarsızlık veya dengesizlik yaratmak değil mi? Terör; anaları babaları gözleri yaşlı bırakmıyor mu, kundaktaki bebekleri yetim komuyor mu?
 
Üç beş çapulcu değil artık terör! Baskın, cebir, şiddet, korkutma, yıldırma veya tehdit yöntemlerini uygulayarak Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzenimizi değiştirmek, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, varlığımızı tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya ele geçirmek, temel hakları yok etmek ve kamu düzenini bozmak için yapılan her türlü eylem değil mi terör?
 
Bunları yapmak ve kanlı amaca ulaşmak için terörist; tahrip, öldürme, adam kaçırma, işkence, tehdit, şantaj gibi anarşinin doğal sonucu her ne varsa mutlaka yapar.
 
İnsanları bezdirmek, umutlarını kırmak, dehşet ve korku salmak bu örgütlü hareketin besin kaynaklarındandır. Asla kural tanımazlar, soygun, silah ve uyuşturucu tüccarlığıyla gözü dönmüş patronlara taşeronluk yaparlar. Bu patronların yani sözüm ona lider kadroların çıkarları uğruna pisi pisine ölürler. Maşa gibi kullanıldıklarını bildikleri halde, yine de kanar ve masum yöre halkının ya da tüm ülke insanlarının canına, malına, mülküne kıyarlar.
 
Devletin bölgeye götürdüğü hizmeti engeller, okulları, iş araçlarını, şantiyeleri, otobüsleri yakar yıkarlar. Memura, öğretmene kurşun sıkar, insanları cahil bırakıp egemenlik kurmaya kalkarlar. Yöreye özgürlük ve refah getireceklerini vaat eder, bunun yerine hep göz yaşı, kan ve acı getirirler.
 
"Vatanı bölmek isteyen ayrılıkçı akımlarla, vatanı korumak isteyen birleştirici düşünce arasındaki büyük fark, bu akımların asıl kaynaklarının taban tabana zıt olmasıdır." Terör, insanlara üstün meziyetler sağlayan her türlü kutsal ve ahlaki değere de düşmandır. Devlet, aile, vatan, din gibi kavramlar onu amacından uzaklaştıran etkenlerdir.
 
Sağduyulu ve gerçeği görebilen insanlarımız, bu hayal tüccarlığına aldanmadıkları ve kendilerini devlete karşı tavır almaya zorlayan, bu zorbaların peşinden sürüklenmedikleri için eşkıya tarafından hedef gösterilirler.
 
Sevinilecek taraf şu ki; Sözde propagandalara kulak asmayan, teröre yandaş olmayan, geleceği birlik ve bütünlükte gören aklı selim vatandaşlarımız her zaman doğru yerde yani devletinin yanında yer alıyor ve bu mücadelede devletine büyük destek veriyor. "
 
Ben yerden göğe kadar doğru bu sözler karşısında hayranlığımı gizlemeye çalışırken, Mustafa ciddiyetini hiç bozmadan;
 
-Gürbüz Amca, nar sever misiniz dedin ya. Ben çok severim. Bizim bahçede çok meyve ağacı var. Babam da çok sever narı, kirazı. Bir de şiiri vardır, hep okur;
 
"Kirazın derisinin altında kiraz,
Narın içinde nar,
Benim yüreğimde boylu boyunca,
Memleketim var.
Canıma, ciğerlerime dek işlemiş
Canıma, ciğerlerime..."
 
 
SEVGİSİZ YAŞAYAMAM
 
Islatır biraz halıları, "Her şeyin bir usulü var, zamanla öğrenirsin belki!" der...
 
Mustafa kaşlarını oynatarak yandaki masayı işaret etti. Otobüste futbol kavgası yapan iki fanatik güzel güzel sohbet ediyordu. Karadenizlinin sinirli halinden eser kalmamıştı. Çaylarını yudumluyor, konuşuyorlardı. Sohbet konusunun yine futbol olduğunu düşündüm. Ama artık barış imzalanmıştı. Sesleri duyulmuyordu bile. Birisi diğerine şeker tabağını uzatıyor, diğeri nazikçe önce siz buyurun işareti yapıyordu. Zaten otobüsteki kabalığa kaçan davranışların bir anlık öfke olduğunu düşünmüştüm.
 
Karadenizlinin yüzü çok sevimliydi. Yüzdeki sevimlilik, çoğu zaman yürekteki iyilik demekti. Kim gülüyorsa, kim sevgisini insanlara yansıtıyor, neyi varsa paylaşmaktan hoşlanıyorsa, o insandan zarar gelmezdi. Nazik ve kibar insanlar çevreleriyle daha rahat iletişim kuruyorlardı.
 
Eğitim elbette önemliydi; ama bu insanın içinden gelmeliydi. Mesela bir insan zorla kibarlaştırılamazdı. Davranışlardaki nezaket güven duygusunu da beraberinde getiriyordu. Nazik insanlar, insan ilişkilerini zedeleyen boş konuşmalardan ve dedikodudan kaçınıyorlardı. Üreten bir toplumun insanları olarak, konuşmaktan çok, iş yapıyorlardı. Atalarımız boşuna "Aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz!" dememişler.
 
Nermin Hanım okul yaşantılarından etkileyici ve acı örnekler vermeye devam etti:
 
–Bugün bile hâlâ gencecik insanlar sosyal çevre edineceğim diye bu kanlı tuzaklara düşebiliyor, süslü yalanlara, pembe hayallere kanabiliyorlar. Aile içi geçimsizlikler, ekonomik sıkıntılar, sevgisizlik, eğitimsizlik gibi etkenler çocuklarımızı bizden çalıp götürüyor. Bunlara izin vermemeliyiz. Bazı gazete ve televizyonlar da bu olayları sıradan haberler arasında veriyor ve durumu farkında olmadan küçümsüyorlar. Bazen de özgürlük perdesi arkasında milli dayanışma anlayışından uzaklaşmalar yaşanıyor.
 
Sesi hesap sorar gibi dikleşti. Gözlerinin önüne düşen saçını kulağının arkasına sıkıştırdı. Anlattıklarını yaşamış bir acıyla titredi ve devam etti:
 
–Daha düne kadar, topraklarımızda vatan içinde vatan arayanlar olmadı mı? Hayal haritalarında, hayal tüccarlığı yapıp, gençlerimizin kanlarını dökmediler mi?
 
Bu son cümlesinde yutkunduğunu gördüm. Başımla ona destek verip, onayladım. Mustafa bilgiç bir tavırla konuştu:
 
–Uçsuz bucaksız bir dünyadayız. Herkese ekmek var bu memlekette, hayat sürüp gidiyor, neyi paylaşamıyoruz? Biz karışmayız böyle şeylere, olur biter!
 
İnsanlarımızın terörü küçümsemeleri, "Nasıl olsa bir şey olmaz, benden uzak olsun, ben karışmayayım!" anlayışları ve kendilerini bu konuda görevli saymamaları problemin daha da büyümesine yol açıyordu. Biraz önce Gürbüz beyin anlattıkları daha taptaze duruyordu kulaklarımda. Delikanlıya ben cevap vermek istedim:
 
–Mustafa, küçük bir kibrit nasıl büyük bir ormanı yok ediyor? Nasıl birkaç damla petrol binlerce litre suyu içilmez hale getiriyor? Çürük elmalar ayıklanmasa, kasadan hayır gelir mi? Önlem önceden alınmazsa, sonuçlarına bütün bir millet olarak katlanmak zorunda kalırız Evet, dünya büyük; ama bir denge sistemi üzerinde duruyor. Bu dengeleri sağlayan ülkelerden birisi de bölgede önemli bir güce ve konuma sahip olan Türkiye'dir. Ülkemiz petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarının ve önemli ulaşım hatlarının kesiştiği bir bölgede bulunmaktadır. Ülkemizin Doğu-Batı ve Kuzey-Güney arasında köprü görevi yapması jeopolitik önemini arttırmaktadır. Bizler birlik ve beraberlik içerisinde olduğumuz ve birbirimize kenetlendiğimiz takdirde, zaten sınırlarımızdan içeri kimse giremez. Buna cesaret bile edemezler.
 
–Metin Ağabey ben şu kelimenin anlamını bilmiyorum. Söylemesi bile zor, jeo...!?
 
Olgun kişi, güzel söz söyleyen değil, söylediğini yapan ve yapabileceğini söyleyen kişidir. KONFÜÇYÜS
 
 
–Jeopolitik. Türkçe bir kelime değil tabii. Anlamı; bir toprağın ya da coğrafyanın bölge veya dünya siyasetindeki konumu demektir. Türkiye'nin Asya ve Avrupa kıtaları arasında yer aldığını biliyorsun. Üç tarafımızın denizlerle çevrili olduğunu da biliyorsun. Akdeniz ve Karadeniz arasındaki geçişi sağlayan ve okyanuslara çıkışı kısaltan İstanbul ve Çanakkale Boğazları da bizde. Bütün bunlar, jeopolitik konum açısından çok az ülkede bulunan önemli özellikler.
 
–Biz neymişiz Metin Ağabey?
 
–Daha bitmedi ki. Ayrıca zengin petrol kaynakları bulunan Orta Doğu'ya hâkim bir konumda bulunması, Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra kurulan Türk Cumhuriyetleri, ülkemizin önemini daha da artırmakta. Zengin turizm değerleri, binlerce yıllık kültürü, iklim ve bitki örtüsünün çeşitliliği, yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarının varlığı ve daha nice özelliğinden dolayı Türkiye, iştahları kabartan bir pasta gibi! Bütün bunların yanında, güçlü bir Türkiye'nin bölgesinde lider konumunda olmasının pek çok ülkeyi rahatsız ettiğini de hepimiz biliyoruz.
 
Mustafa'nın gözleri şaşkın bakıyordu. Parmaklarını masanın üzerine sırayla vurdu. Alt dudağını dişleriyle hafifçe ısırdı. Köşeye sıkışmış gibi fısıldadı:
 
–Maşallah, ansiklopedi gibisin Metin Ağabey. Bunca şey nasıl kalıyor aklında? Bir sınava falan mı hazırlanıyorsun? Yine kafam karıştı benim. Bazen kendime "Acaba zor mu anlıyorum?" diye soruyorum.
 
Gürbüz Bey Mustafa'nın sözlerinde bir açık bulmuştu. Ona biraz takılmak istedi:
 
–Hayır, Mustafa oğlum! Gayet iyi anlıyorsun, "Nöbetçi asker!" gibisin.
 
Mustafa yakalanmıştı, beklenen cevabı verdi:
 
–Nasıl yani?
 
–Bak anlatayım. "Gazi, gittikleri askeri bölgeye yaklaştıklarında araba bozulunca şöyle demiş;
 
–Yürüyelim, otomobil yapılınca arkadan gelir.
 
Yürümüşler, ilerden nöbetçi çıkıp bağırmış.
 
–Dur, kimsin?
 
Hemen durmuşlar. Asker uzaktan seslenmiş:
 
–Buralara atamız gelecek, geçmek yasaktır.
 
Gazi gülmüş:
 
–İyi bak, Atatürk bana benzer mi?
 
Nöbetçi gözlerini parlatarak yaklaşmış. Daha önce fotoğraflarını gördüğü adama dikkatle bakıp, söylenmiş;
 
–Benzemeye benzer; ama askerlik bu, bir de onbaşım görsün!"
 
Masada bir gülüşmedir koptu. Mustafa da gülüyordu. Nice sonra anladı ki, anlatılan hikâyede kendisine de pay var. Aldırmadı, gülmeye devam etti. Ortalık biraz durulunca Gürbüz Bey delikanlının omzuna dokundu.
 
–Mustafa üzerine alınmadın değil mi? Aslında bu hikâyede Mehmetçiğin kıvrak zekâsını bulmak lâzım. Sorumluluğu nasıl da üstleriyle paylaşıyor. Hani ne olur ne olmaz hesabı!
 
Yaşlı adam gülerken yorulmuştu. Mendilini çıkarıp terleyen alnını sildi. Nermin Hanım da gülen gözleriyle söze girişti:
 
–Üzerine gitmeyelim delikanlının. O bizim oğlumuz artık!
 
Mustafa'nın gülerken sallanan elinden, masaya birkaç damla çay döküldü. Görevli delikanlı, hemen gelip lekeleri sildi. Genç askerimizin yüzünde bir durgunluk hissettik. Kendi kendine konuşuyormuş gibi mırıldandı:
 
–Zeynep elinden süpürgeyi hiç düşürmez. Kıyı köşe bırakmadan, tek toz görse, sinmez içine, bir daha temizler. Pırıl pırıl yapar her yeri. Yorulup oturduğunda hemen annem kapar süpürgeyi. Sanki temizliği beğenmemiş gibi bir de o süpürür. Islatır biraz halıları, "Her şeyin bir usulü var, zamanla öğrenirsin belki!" der. En çok Nurcan ablam anlaşır Zeynep'le. Bize her gelişinde arkadaşlık yapar ona. Bilmediklerini gösterir, yardım eder, moral verir, destek olur.
 
O sırada içeriye, kıyafetlerindeki rahatlıktan ve simalarından yabancı oldukları anlaşılan bir grup girdi. Kadınlı erkekli hemen hepsinde ya bir fotoğraf makinesi ya da bir el kamerası vardı. Ülkemizin bacasız sanayisiydi turizm. Memnun ayrılan her turist, gelecekte ekonomimize yeni bir artı demekti. Dört mevsimi aynı anda yaşayan Türkiye'de bir turistin isteyebileceği her şey vardı. Turizm gelirleri de ülkeye her açıdan önemli yararlar sağlıyordu.
 
"Mimar Sinan'ın Selimiye Cami'sinin kubbesini o genişliğe oturtmak için karmakarışık bir denklemi, matematiğin bilinen dört ana işleminden farklı beşinci bir işlem bularak çözdüğü söylenirdi. Ayrıca minarelerin şerefelerine çıkanların merdivende birbirlerini görmemeleri ise büyük bir dehanın ürünüydü. Almanlar aynı sistemi meclislerinin önündeki dev kürede kullanmışlardı.

Mimar Sinan, bu sistemi iki metre çapındaki minarelere monte edebilecek bir dehaya sahipti. Almanların dehası ise, o metal yığınına Selimiye'den fazla turist çekebilmelerindeydi."
 
Bu misafirleri gelip geçici bir gelir kaynağı olarak görmemeliydik. Türk insanının dillere destan konukseverliğini, bulduğumuz her fırsatta göstermeliydik. Etraflarına bakınarak iki masayı birleştirip oturdular. Kimi, küçük defterine bir şeyler yazıyor, kimi de hayran hayran tatlı ve kurabiye çeşitlerini inceliyordu. Yüzlerinin gülmesinden mutlu oldukları anlaşılıyordu.
 
Sırtı dönük olanlardan biri kalktı. Bizim masanın hemen arkasına gelip normalden birkaç kat fazla büyümüş çiçeğin fotoğraflarını çekti. O anda fark ettim. Üzerindeki kırmızı tişörtün ön yüzünde bir ay yıldız vardı. Bu ince bir davranıştı. Nermin Hanım da görmüş olmalı ki; belli belirsiz "Misafirperverliği tam hak ediyor!" dedi. Bu tesadüf, okuduğum bir hatırayı canlandırdı gözlerimde. Masadakilere döndüm:
Barışı korumanın yolu savaşa hazır olmaktır. WASHİNGTON
 
 
–Uzun yıllar önce Amerika'da ihtisas yapan bir doktorumuzun başından geçenleri okumuştum.
 
Bu doktor kan vermek için hastanın kolunu sıvar. Sonra da gördüklerini şöyle anlatır;
 
"Baktım, pazusunda bir ay yıldız dövmesi var. Merak ettim. Kendisinin Avustralyalı olduğunu söyledi. Türk olduğumu öğrenince bana kolundaki Türk Bayrağı'nın hikâyesinden bahsetti;
 
–"1915 yılında Çanakkale'de savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletler asker topluyordu. İngilizler, bize Türkler, Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacak. Birlik olup o barbarların üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir dediler. Biz de inandık. Bizi Çanakkale'ye getirdiler. Türkleri ilk defa buradaki savaşlarda tanıdım. Cesaretlerine hayran kaldım. Bu gücün kaynağının vatan sevgisi ve kültür değerlerine saygı olduğunu, başımdan geçen olay daha da perçinledi.
 
Bir çatışma sırasında aldığım dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda, onların arasındaydım. Yaralarım temizlenmiş, sarılmıştı. Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, ilgi gösteriyorlardı. İyice kendime geldim. Bu defa da zaten az olan yiyeceklerinden ikram ettiler. Kendileri yemeyip bana veriyorlardı.
 
Buralara düşmanlık için geldim. Oysa bu Türkler bana misafir gibi davranıyorlar. Ne büyük hata yaptım! diye düşündüm. Memleketime dönünce de bu iyiliği hayatım boyunca unutmamak için koluma Türk Bayrağı dövmesi yaptırdım..."
 
Otobüslerin yıkandığı yerin önünde uzunca bir direğin tepesinde nazlı nazlı salınan bayrağımız da gülümseyerek bize bakıyordu. Böyle bir kültüre sahip olmanın onuru yüreklerimizi gururlandırmalı, yüzlerimizi güldürmeliydi. Savaşta bile insanlık dersi veren, merhamet ve iyilikle yoğrulmuş bir neslin çocuklarıydık biz.
 
Gürbüz Bey, gülücükler dağıtan turistlere bir kez daha sevgiyle baktı. Terleyen alnını bir kez daha kuruladı ve bize döndü:
 
–Gülmek güzel şey. İnsanı mutlu ediyor. Hayatı gülen insanların yanında geçirmek daha bir mutluluk. Çünkü gülmesini bilmeyenler mutsuzluklarını yanlarındaki insanlara da bulaştırıyorlar. Böyle bir ömür çekilmez doğrusu. Rahmetli eşimin kahkahaları evin duvarlarında çınlardı. Bu sesler ondan hatıra kaldı bana. "Sevgisiz yaşayamam! Gülmeden yaşayamam!" derdi. Tam kırk yıl aynı yastığa baş koyduk. Hastalık alıp götürdü onu benden. Bitkin, yorgun yatarken bile, "Ben çok iyiyim, torunlarımı özledim sadece!" diye mırıldanırdı.
Çocuklar geldiğinde unuturdu acısını. İlaçların yapamadığını, onların sevgi ve ilgisi yapardı. Ayağa kalkmaya çalışır, iyi olduğunu göstermek isterdi. Güler, şakalaşır, yastığının altından şekerler, harçlıklar verirdi. İnsan yaşı geçince besleyip büyüttüğü çocuklarından para pul beklemiyor. Bir güler yüz, bir bayram ziyareti, bir telefon edip gönül alma yetiyor.
 
Gürbüz Bey'in bu son cümlesinde eli ister istemez yorgun kalbine gitti. Biraz soluklandıktan sonra derin bir iç geçirip devam etti. Bu arada radyodan gelen şarkının sözleri onun anlattıkları ile garip bir tezat oluşturuyordu;
 
"Güz gülleri gibiyim,
Hiç bahar yaşamadım.
Ya sevmeyi bilmedim yıllarca,
Ya sevince geç kaldım…"
 
–Ne güzel bir aileydik. Evlendiğimizde resmi nikâh yapıncaya kadar inat etmiş ve bir süre konuşmamıştı benimle. Eş seçimi çok önemli. Biraz şans, biraz da dikkat. Kolay değil aynı yastıkta ömürleri tüketmek. Bunun iyi günleri kadar, kötü günleri de var. Hastalığı, parasızlığı var. Hiç kolay değil ev geçindirmek. "Yuvayı dişi kuş yapar!" diye boşuna söylememişler. Halden anlamayan, aile terbiyesi almamış insanlara rastlasaydık nice olurdu halimiz?
 
Mustafa söylendi:
 
–Bazen anlaşamıyoruz Zeynep'le, atışıyoruz.
 
Yaşlı adam, döndü delikanlıya:
 
–Bazen biz de atışır, sudan sebeplerle kızardık birbirimize. Küçük küçük kavgalar eder ama sonunu hep tatlıya bağlardık. Biraz nazikçe olur hanımlar. Allah böyle yaratmış. Küsmeleri bile bir tatlı olur. Anlamak lâzım onları. Duygularını görmek, hissetmek lâzım. Olur olmaz şeyler için büyük çekişmeler yaşanmaz. Hele hele iş, vurmaya kırmaya hiç dökülmez. Evliliğin tuzu biberidir bu küçük takılmalar. Dozunu iyi ayarlayıp ev dışına taşırmamalı. Kötü söz söylemeyip kadir kıymet bilmeli. El kaldırıp da sonra acı çekmemeli. Bir adam kıyıp da nasıl vurur eşine? Nasıl acıtır canını? "Son pişmanlık fayda etmez!" diyenler doğru söylemişler. "Sevgi denilen şey, ne kadar derinlerde olduğunu ayrılık zamanına kadar bilinmezmiş." Ne diyor Mevlana;
 
"Sevgide güneş gibi ol,
Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol,
Hataları örtmede gece gibi ol,
Tevazuda toprak gibi ol,
Her ne olursan ol,
Ya olduğun gibi görün,
Ya da göründüğün gibi ol."
 
Bir süre daldı ve sonra kaşlarını kaldırarak devam etti:
 
–Birden çok eşi olanları da gördüm. İnsan, bu konuda iyi düşünüp, kendini kontrol etmesini bilmeli. Sevgisini nasıl taksim eder? Yüreğini nasıl paylaştırır, nasıl böler dilimlere? Ben eşimin ölümünden sonra bile evlenmek istemedim. Zaten almıştım yaşımı başımı. Çok sevmiştim onu, hatırasının incinmesine dayanmazdı yüreğim. Sağlığında bile kırmadım ki gönlünü sonrasında kırayım. Uçup gitti şimdi. Sevgisini içimde bırakarak uçup gitti. Şöyle diyor bir köşe yazarımız; "Aşkın sadece gençlikte yaşanacağına inananlar var. Hiç de öyle değil! İnsan hangi yaşta olursa olsun, âşık olma yeteneğini kaybetmez! İyi ki de kaybetmez." Ben de öyle düşünüyorum; ama isterim ki, öteki dünyada da nasibim, kısmetim, eşim o olsun.
 
Bir duygu bulutu çökmüştü masamıza. Bu bulut gözlerimize sis ve yağmur bırakmıştı. İhtiyar adamın, yüreğimizin tellerine şöyle bir dokunuşu; "Sevgi doğanın ikinci güneşidir, onunla ısınmayı bilenler hiç üşümezler!" dersini vermişti bize. Artık saç ve sakalının boşuna beyazlamadığını anlamıştık. Ne görmüş, ne yaşamışsa onu anlatıyordu. Günümüzde böyle sevgiler öylesine azalmıştı ki! Artık insanlar çoğunlukla hayatlarını daha rahat koşullarda geçirmek adına, yüreklerinin değil çıkarlarının sesini dinliyorlardı. Sıcak sesiyle sürdürdü konuşmasını:
 
–Eş seçimlerimize dikkat etmeliyiz. Bu bir oyun değil. İnsan evliliğini sağlam temellere oturtmalı ki, toplum da sağlam olsun. Eşlerin birbirlerini önceden tanımaları da çok önemli. Zıt karakterler evlendikten sonra çok acı çekiyorlar. Yuvaları dağılıyor, aile itibarları zedeleniyor. Çocukları da ortada kalıyor. Böylece ilk temel eğitimini aileden alan bu çocuklar çok olumsuz etkileniyor.
 
Nefes aldı. Etrafına bakındı:
 
Elbette hepsi için söylenemez; ama aralarında kendini toparlayamayan çocuklar da çıkıyor. Bunlar iyi yetişmiyorlar! Asi oluyor, kural tanımıyor, kavgacı oluyorlar. Ailede iş bölümü yapmayı öğrenmiyor, aile bütçesine katkı yapmayı istemiyor, aile üyelerinin düşüncelerine saygı göstermiyorlar. Keder ve sevinci de paylaşmıyor, sevgisiz büyüyorlar. Çiçek açamayan, meyve veremeyen kuru dallar gibi çıplak kalıyorlar.
 
Nermin Hanım dayanamadı:
 
–Bazıları daha da ileri gidiyor!
 
Gürbüz Bey, bu cümleyi başıyla onayladı. Sonra sanki bir zaman tüneline girmiş gibi birbiri ardına döküldü ağzından sözcükler:
 
–Evet, ileri gidiyor. Terk ediyor evini, kaçıyor. Sanıyor ki, her şey daha güzel olacak! Oysa rüyalar hiç de uzun sürmüyor. Ya kaybedip namusunu bedenini satıyor, ya da batakhanelerde kolları şırıngalardan morarmış sersefil bir hayat sürüyor.
 
Yaşlı adam, konuşurken gözlerini kısıyor, anlattıklarını yaşıyor gibiydi. Yüzündeki derin çizgilerle otobüsün aynasında fark ettiğim kendi çizgilerimi karşılaştırdım. Ömrümüz geçiyor, renklerimiz gitgide soluklaşıyordu. Bildiğimiz, inandığımız şeyleri bizden sonrakilere aktarmak için vakit geçirmemeliydik. Bu genç asker de sanki benim ev ödevim olmuştu. Onu kendi oğlum gibi görüyordum artık. Gözlerim yüzünde takılmış olacak ki, sordu:
 
–Metin Ağabey bana bakıyorsun, yanlış bir şey mi yaptım?
 
–Hayır, Mustafa, şu kısa sürede sana kanımız kaynadı, içimiz ısındı. Sen, pek çok delikanlıdan farklısın. Bak oturmuş biz ihtiyarlarla sohbet ediyorsun.
 
Son cümlem, Nermin Hanımın pek hoşuna gitmemişti. Kaşlarını çatıp, yüzünü astı. Hanımlar, yaşları konusunda bizden daha hassastılar. İş büyümesin diye fark etmemiş gibi yapıp devam ettim:
Millete efendilik yoktur, hizmet etmek vardır. Bu Millete hizmet eden onun efendisi olur. ATATÜRK
 
 
–Bize ayak uyduruyor, nazımızı, şakamızı çekiyorsun, aferin sana! Bıkmadın mı bizden?
 
Mustafa, soruma yine bir soruyla cevap verdi:
 
–Siz benden bıktınız mı? Ben, bugün sizlerden öğrendiklerimi, bu kadar kısa sürede başka nereden öğrenebilirdim? Kim anlatırdı bana bunları. Kim vakit ayırırdı? Asıl ben sizlere teşekkür ediyorum.
 
Nermin Hanım döndü Mustafa'ya;
 
–Kömür gözlü, kara kaşlı, kıpır kıpır bir öğrencim vardı; Ahmet Çermeli. Okulun en haşarı öğrencilerindendi. Bir türlü başedemezdik. Aklı fikri oyundaydı. İşini iyi bilirdi. Derslerinde de açık vermezdi kerata. Önemli okullarda okudu, büyük adam oldu. Sen de hatırlasana çocukluğunu delikanlı. Arkadaşlarınla oynadığın oyunları hatırla. Saklanbacı, uzun eşeği, çelik çomağı, körebeyi, sekseği, yakar topu ya da tek kale futbolu hatırla.
Eşleşirken nasıl da adil davranırdık. Taraflar birbirine denk olsun diye adım sayardık. Bir biz, bir karşı taraf alırdı. İşte bu demokrasi idi. Yardımlaşma, paylaşım, hoşgörüydü. Peki ya bugünün çocukları sanal denilen içi boş, içi saman dolu dünyada, seviyesiz televizyon görüntüleriyle büyümüyorlar mı? İlkokulu bitirene kadar bir çocuk, televizyon karşısında kaldığı süre içerisinde on bine yakın cinayet görüntüsüyle karşılaşıyormuş biliyor musun?. İçler acısı değil mi? Aynı çocuk, şiddeti, öldürmeyi, saldırmayı aşılayan bilgisayar oyunlarıyla diğer çocuklara yabancılaşmıyor mu? Ne olacak bu garibanların hali? Zaten yedikleri her şey hormon. Domatesin, salatalığın plastikten farkı mı kaldı? Kokusu yok, tadı yok! Çocuklarımızın, beden sağlıklarını şansa bıraktık, bari ruh sağlıklarını koruyalım!

Zaman çok değişti. Ne kadar sağlıklı olduğumuz, Ne kadar yaşayacağımız önemli elbette ama daha da önemlisi nasıl yaşadığımız. Hepimiz bir yerlerde yaşıyoruz yaşamasına da, o yerleri ne kadar hakkıyla yaşıyoruz?

"Toros'ların suyunu içmeyen, Şavşat-Kars yolculuğunu yapmayan, Çorum'da leblebi, Amasya'da elma, Afyon'da lokum yemeyen, Ziganalar'ı otobüsle geçmeyen, Karadeniz'de hamsiyi tavaya atmayan, Ege'nin ipek halıyı andıran bereket ve ihtişamını yaşamayan, Mardin'in taş evlerindeki serinliği hissetmeyen, bir gençliğin, bu yurda sahip çıkmasını, sevmesini, kollamasını beklemek haksızlık değil mi?
Ankaralı delikanlı, Ankara Kalesi'ni hiç gezmemiş, Hitit Müzesine adım atmamış. İstanbulluyum diye geçinen, Topkapı Sarayı'nı bilmiyor. Egeli, Efes'i görme zahmetine bile katlanmamış. Bursa'nın, Trabzon'un yanından dahi geçilmemiş. Ezberlediğimiz birkaç şiirle yurt mu sevilir?
 
Tatili, sadece kızarmış tavuk gibi güney sahillerinde güneşlenmek sayanlar, gitmeli tarih kokan mekanlara. Ne bileyim; bi Çanakkkaleye gitmeli mesela! Solumalı oradaki havayı, geçmişi içine sindirmeli. Yaşananlardan ders çıkarmalı ki bir daha yaşanmasın…"
 
MUHTAR ONBAŞI
 
Sizin köye özel bir düşmanlıkları, garezleri mi var?
 
Nermin Hanımın bu sözlerini, elimde imkân olsaydı eğer, binlerce kâğıda yazar her bir duvara yapıştırırdım. Gelen geçen okusun, okusun da artık farkına varsın bir şeylerin diye! Sohbet konumuzun pek sıradan olmadığını ben de fark etmiştim. Sudan sabundan değildi! Konuşmaya konuşmaya dolmuştu içimiz. Yine gözlüğünü düzeltti, gülümsedi:
 
–Bakıyorum, karşılıklı iltifatlara daldınız biraz önce?
 
Mustafa çocuksu ve saf tavrını tekrar takındı:
 
–Doğru söylüyorum öğretmenim. Çok sevdim ben bu sohbeti. Bizim oralarda bu konuları konuşmayanların nasıl yanlış şeyler yaptıklarını gördüm. Dönüşte uygulayacağım hepsini.
 
Nermin Hanım tekrar gülümsedi:
 
–Ben, sıkılmanı istemedim. Sanki çapraz ateşe tuttuk seni!
 
Mustafa etrafına bakındı:
 
–Hani nerede tabancalar, tüfekler? Nasıl çapraz ateş bu? Şaka şaka! Gerçekten hiç sıkılmıyorum. Her anlattığınızı dinliyor, dersler çıkartıyorum. Belki yarın kendi oğluma da anlatırım bunları.
 
Nermin Öğretmenin güzel yüzü yine gülümsedi. Sanki bir eksiği kapatmak arzusuyla devam etti:
 
–Peki, sen bilirsin. Konuşmaktan bıkmam ben. Nerede kalmıştık, ülkemizi bekleyen tehlikelerden bahsediyorduk değil mi? Bakın, bir konu daha var; Biz dinimizi hep yürekten yaşadık. Diğer dinlere de hep saygılı olduk. İşte bu hoşgörüyü kıskanıyorlar. Anadolu üzerinde, tarih boyunca oyunlar oynanmış. Bu oyunlar hiç durmadan ve dönem dönem pusuya yatarak daha da azmış.
 
Aslında tehlike çok planlı ve programlı! Bu oyunlar cumhuriyetin ilk yıllarından beri hep oynanıyor. Din ve ibadet özgürlüğümüzü hiçe sayarak Cumhuriyetimizin yerine farklı rejim getirmek ve ülkemizi parçalamak isteyenler var. Bunlar din sömürüsü ve ticareti yaparak halkımızın temiz duygularını istismar ediyorlar. Ne yazık ki bilgisiz ve iyi niyetli bazı vatandaşlarımızı etkilemeyi ve kandırmayı da başarıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir. Yazık değil mi onu yıpratmaya?
 
Nermin Öğretmen konuşurken ben de onu sanki İstiklal Savaşı yıllarımızda meydanlarda kürsülere fırlayıp coşan ve coşturan Halide Edip'miş gibi gördüm. Aynı coşku vardı yüzünde, sesinde;
 
—Ne diyor anayasamız Cumhuriyetimizin nitelikleri açıkça belirtirken; "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, Anayasanın başlangıcında belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal hukuk devletidir." Bu sistem içerisinde herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. Kimse devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar amacıyla istismar edemez ve kötüye kullanamaz. Laiklik bu yönü ile din ve devlet işlerinin ayrılmasıdır."
 
Benim de aklıma, bu konuda okuduğum satırlar gelmişti. Paylaşmak istedim:
–Sizlere, gazetedeki bir makalenin özetini yapayım. Şöyle yazıyordu; "Lâiklik nedir diye soranlara sadeleştirerek bir kere de şöyle anlatalım. Anlamak niyeti olanlar için iş kolay; ama inadına zorlaştıranlar için lâf kâr etmez. Söylenecek söz şudur: Kimseyi dinsizlikle suçlamaya hakkın olmadığını bilecek, kimseye lâf etmeyeceksin kardeşim!" Çünkü iyi insan, Vicdanına danışır, aklıyla muhasebe yapar, kendi kendini kandırmaz, başkalarını da aldatmaz."
Medeniyet; Öyle kuvvetli bir ışıktır ki ona bigane olanları yakar, mahveder. ATATÜRK
 
 
 
Mustafa, anlatılanları anladığını göstermek istercesine aldı sözü:
 
–İşine gelmeyenler, akıl ve ilim yerine başka şeyleri ortaya sürüyorlar. Din, hiçbir amaç için kullanılmamalıdır. Kullanılırsa birliğe değil bölünmeye götürür. Bunları unutuyorlar herhalde!
 
Mustafa'nın berrak gönül penceresinden süzülmüştü bu sözcükler. Yarasına tuz basılmış gibi haykırmıştı. Kurduğu düzgün ve anlamlı cümlelerle şaşırtmıştı yine bizi. Gürbüz Bey masadan başını kaldırdı:
 
–Aferin Mustafa oğluma. İslam dini bir devlet modeli olarak gönderilmemiştir. O insanların iç dünyalarıyla ilgilidir. Kendilerine menfaat sağlamaya çalışanların dini sömürmeleri, tarikat, cemaat kurmaları İslam'ın yanlış anlaşılmasına neden olmaktadır. Lâik devlet düzenine yapılan saldırıların gerçek amacı sosyal temellerimizi yıpratmaktır. Din bir baskı aracı değildir ki, oy toplama malzemesi olsun. İktidar için onu kullananlar aslında bindikleri dalı kesiyorlar. Şeriatla yönetilen ülkelerde demokrasi yoktur ve olamaz. Demokrasi olmayınca da özgürlükler ortadan kalkar.
 
–Nasıl engelleriz bunları Gürbüz Amca?
 
–Dinimizi, gerçek kaynağından öğrendiğimizde yalancıların maskeleri zaten kendiliğinden düşecektir. Bu konuda şöyle diyor Mustafa Kemal: "Tarihimizi, okuyunuz, dinleyiniz. Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harap eden kötülükler hep din perdesi arkasındaki dinsizlik ve kötülükten gelmiştir. En doğru ve en hakiki yol medeniyet yoludur."
 
Tarihimizi bilmek kadar tarihi eserlerimize de sahip çıkmamız gerekir. Tarihi eserlerimiz sadece miras değil aynı zamanda gelecek nesillere aktarmamız gereken birer emanettir.
 
Nermin Hanımın gözleri bir noktaya takılmıştı. Meraklandık, döndük biz de baktık. Çay salonunun hemen önüne park eden bir araçtan inenler, konuştuğumuz konulara canlı birer örnek olmuşlardı. Bir adam garip giysisiyle, kendisine yönelen bakışlara aldırmadan lavaboya doğru ilerliyordu. Başında sarığa benzer bir şey vardı. Uzun sakalları dağınıktı.
 
Onu takip eden iki hanım, yazın bu en sıcak günlerinde, boydan boya simsiyah örtülerin altına saklanmışlardı. Gözleri belli belirsiz seçiliyordu. Onlar, önlerinde yürüyen adam kadar pervasız değillerdi. Ürkek davranıyor, arabalarında kalmayı tercih eden bir tavırla yürüyorlardı. Kalabalıktan rahatsız olmuşlardı. Hiç inmemeyi istedikleri belli oluyordu. Zorunluluk olmalıydı. Birisinin kucağında da bir kız bebek vardı. Sanki o da saklanmıştı! Bu kız büyüyüp okula giderse gerçekleri daha iyi görür umarım dedim kendime. Nermin Hanımın gözleri onları lavaboya girinceye kadar takip etti ve bize döndü:
 
–Arkadaşlar, hangi devirde yaşıyoruz Allah aşkına? Yazık değil mi bu kadınlara. Bakın size, "Ahlâk, beynin, yüreğin dışındadır!" diyen bu ilkel anlayışa bir örnek anlatayım. Vakti zamanında öğretmenler Ankara'da bir toplantı yapmış ve toplantıya birkaç bayan öğretmen de katılarak ayrı bir yere oturmuş. Meclisin o zamanki sarıklıları, bayan öğretmenlerin toplantıya katılmalarını hoş karşılamayıp, Gazi'ye şikâyete gitmişler.
 
Delikanlı sabırsızlandı:
 
–Ne olmuş sonra?
 
–Çok kızmış ve hemen öğretmenler cemiyeti başkanını çağırtmış. Gelir gelmez de onu gürleyen bir sesle azarlamış; "Ne ayıp şey bu!" Adamcağız cevap veremeyince, şikâyetçiler çok mutlu olmuşlar. Gazi devam etmiş; "Toplantıya hanımları çağırmış ve onları ayrı sıralara oturtmuşsunuz. Sizin kendinize mi güveniniz yok? Türk hanımının erdemine mi? Bir daha böyle ayrılık görmeyeyim!" Biraz önce gülümseyen sarıklıların ne duruma düştüğünü siz hayal edin artık.
 
Mustafa, ikram ettiği böreklerin masadaki kırıntılarını topluyordu. Elinde bir kâğıt mendil vardı. Garson çocuk hızlı adımlarla geldi. "Zahmet etmeyin, ben yaparım." dedi. Bizim delikanlı duymamış gibi temizliğe devam etti. Bu arada "Herkes kendi evinin önünü süpürse, sokaklar tertemiz olur!" diye söyleniyordu. Göz ucuyla şöyle bir etrafa bakındım. Başkalarının aynı hassasiyeti göstermediği masaların durumundan açıkça belli oluyordu. Yere düşen bir iki parçayı da ben aldım ve gülümsedim:
 
–"Aslan yattığı yerden belli olurmuş!" Hiç pikniğe gitmediniz mi? Hani şu hafta içinin yoğunluğundan sıyrılıp biraz olsun kendimizi tabiatın kollarına bıraktığımız piknikler. Evlerde ne güzel hazırlıklar yapılır. Köfteler, piyazlar, salatalar, dolmalar, meyveler. Bir hevesle kırlara, ormanlara koşulur. İp atlamalar, tavla oynamalar, mangal dumanları.
 
–Ağzım sulandı Metin Ağabey.
 
–Daha şimdi yedin böreği. Neyse, akşam olduğunda içimiz burkularak, o güzelim yeşilliğin, karpuz kabuklarıyla, naylon poşetlerle kirletildiğini görürüz. Kaç defa, bütün aile ellerimizde poşetlerle başkalarının bıraktıklarını temizledik. İnsanların bize "İşiniz mi yok sizin!" şeklindeki alaylı bakış ve konuşmalarına aldırmadık! Daha da kötüsü, yanık bırakılan ateşlerin, söndürülmeden atılan sigara izmaritlerinin, biricik nefes kaynaklarımız ormanlarımızı kül ettiklerine şahit olduk. Tabiatı, sonu gelmez bir nimet olarak görenler, yarın gölgesinde oturacak bir ağaç bile bulamayacaklar.
 
Çaylarımız tazelenirken yol arkadaşlarımın ışıldayan gözlerinden içime tuhaf bir sıcaklık aktı. Bu sıcaklığın verdiği mutluluk elimde olmadan sesime de yansıdı:
 
–Ağaç dedim de aklıma geldi. Başımdan geçen bir olayı anlatayım size; Görevdeyken, yakın iki köy arasındaki görüntü farkı beni çok etkilemişti. Toprak aynı toprak, hava aynı hava olmasına rağmen birbirlerine benzemiyorlardı. İlkinde, her yer tertemiz ve evlerin duvarları beyaz badanalıydı. İnsanları tarlasında, bahçesinde, işinde gücündeydi. Türlü meyve ağaçları, üzüm bağları, köye ayrı bir güzellik katıyordu.
 
Mustafa yanık bir iç geçirdi:
 
–Aynı bizim oralar gibi Metin Ağabey.
 
Ölülerden medet ummak, medenî bir toplum için ayıptır. ATATÜRK
 
–Doğrudur, ne mutlu size. Neyse, toz kalkmasın diye yollara çakıl serpiştirilmiş, tam ortasından akıp giden küçük derenin kenarlarına bile set çekilmişti. Üstelik bu taşlar, köyün çalışkan gençleri tarafından bin bir emekle dağlardan getirilmişti. El ele vererek köylerine bambaşka bir görüntü kazandırmışlardı. Bu, "İmece" dedikleri, ne güzel bir alışkanlık ne güzel bir davranış diye düşünmüştüm. Çünkü güçler birleşince hiçbir engel tanımıyordu.
 
Diğer köy ise inadına farklıydı. Daha girer girmez kötü kokudan burnumu kapatmıştım. Oysa yeşillendirme de vatan savunmasının bir parçasıydı. Gazeteden okumuştum. Jandarma, 'tarihimizi koruyalım, çevremizi temiz tutalım' kampanyası başlatmış. İlkokul öğrencileri ile çevre temizliği yapmışlar. İyi biliyorlar ki yarın büyüyecek o çocuklar. Çevre kirliliği, erozyon ya da doğal hayat nedir bizden iyi öğrenmeliler. Ot bile yetişmez denilen nice yer, askerlerimizin bakım ve sulama çalışmaları sayesinde yeşile bürünüp neredeyse orman olmuştu. Tabi olur, toprağa hangi ağacın daha uygun olacağını tespit edersen, diktiğin fidana bebeğinmiş gibi özen gösterirsen, suyunu, ilacını zamanında verirsen o bozkır olur sana cennet! Çocuk doğduktan sonra onu kendi haline bırakıyor muyuz? Emziriyoruz, altını temizliyoruz, sarıp sarmalıyoruz. Fidan da aynen öyle işte. Bakarsan bağ, bakmazsan dağ.
Neyse, çöp birikintilerinin üzerinden atlaya atlaya gittim kahvehanelerine oturdum. Boş sandalye yok gibiydi. "Muhtar burada mı?" dedim. Orta yaşlı, tıknaz, kasketli bir adam, "Muhtar benim, buyurun!" dedi. Üst dudağını tamamen kapatan bıyıkları, sigaradan sararmış, birkaç günlük sakalı da diken diken duruyordu. Hayattan bezmiş, bunalmış görünüyordu. Cevizde yaşayan bir kurt için bütün hayat kabuğun içinden ibaretmiş ya, aynen işte öyle! Bizi temsil edecek, hakkımızı savunacak insanlara oy verip seçerken, muhtar da olsa, dikkat etmeli, oturup düşünmeliydik. Hemen o an aklıma, çağdaş, ilkeli ve akılcı yöneticilere ihtiyacımız olduğunu belirten, öğrencilik hatırası geldi
 
"Ben üniversitede öğrenciyken yurtta kalıyordum. Yurdun sobaları yanmazdı. Bütün kış titreşir dururduk. Bir gün yurt müdürüne çıktık. İşi anlatmak istedik. Daha ilk cümlemizde kükredi:
 
–Ne soğuğu be nankörler! Görmüyor musunuz, sobalar gürül gürül yanıyor.
 
Gerçekten sıcaktan terlemiş, yakasını bağrını açmıştı. Zannediyordu ki; bütün odaların sobaları böyle alev alev yanıyor!"
 
Bizim muhtar da sanıyordu ki; köyü sadece kahvehaneden ibaret! O gün konuştuğumuz birkaç cümle, insanlardaki anlayış farkını ortaya koyması bakımından ne kadar da önemliydi. Beklentileri kalmamış bu adama sordum:
 
–Askerlik yaptın mı Muhtar?
 
–Yaptım, onbaşıydım.
 
–O zaman sen mıntıka temizliği de yaptırmışsındır.
 
–Mıntıka bitmeden içtimaya çıkarmazdım.
 
Pencereden, evlerin ve sokakların içler acısı haline bir kez daha bakıp muhtara tekrar döndüm:
 
–Peki, neden şimdi köyünde mıntıka yaptırmıyorsun?
Sustu, şaşırdı, yutkundu, cevap vermek istedi, veremedi. Elimle işaret ettim:
 
–Şu karşıki köyü görüyor musun?
 
–Görüyorum.
 
–Köyün evleri ağaçlardan seçilmiyor, tepeyi de çamlar sarmış, gördün mü?
 
–Gördüm.
 
–Sizin burada toprak nasıl, ağaç tutar mı?
 
–Elbette tutar. Aynı toprak, tuz yok. Fidan hemen boy salar.
 
–Peki, suyunuz var mı?
 
–Su bol, nereyi iki metre kazsan su fışkırır.
 
–Ağaç dikmeyi bilir misiniz?
 
–Hangi köylü bilmez!
 
–Peki, neden bu köyde hiç ağaç yok?
 
Bir süre yine cevapsız kaldı. Sonra aradığını bulmuş gibi konuştu:
 
–Ama bana gittiğinde de mıntıka yaptır, ağaç diktir demediler ki Mühendis Bey! Üstelik "Eski köye yeni adet mi getireceksin?" Bizim burada tarım yapılır. "Eğer ağaç dikersek kuşlar gelip, bütün ürünü yermiş!" Böyle duyduk biz! Bu yüzden var olan ağaçları da kesip tarla yaptık. Bu saatten sonra, "Arı kovanına çomak mı sokalım?" şimdi.
 
Şaşırma sırası bendeydi. Hiçbir gerçeğe dayanmayan bu uydurmayı başka köylerde de duymuş, inanamamıştım. Muhtar Onbaşıya sordum:
 
–Şu karşıdaki köyde kuş yok mu muhtar? Onlar tarım yapmıyor mu? Bu kuşlar sadece sizin ürünlerinizi mi yiyor? Sizin köye özel bir düşmanlıkları, garezleri mi var? Neden böyle şeylere kanıyor, tabiatın güzelim dengesini bozuyorsunuz?
 
Sonra aldım kahvehanedekileri yanıma, arabamdaki fidanları bir bir diktik tarla sınırlarına. Saatlerce ağacı, yeşili, kuşları anlattım. Bunlar birbirleriyle dost, biri olmadan diğeri olmaz dedim. Söz verdiler bana; "Bu fidanları büyüteceğiz, gözümüz gibi bakacağız!" dediler.
 
Mustafa gülümsedi:
 
–Askerde onbaşı olmayı ben de istiyorum; ama dönüşte o muhtar gibi tembellik yapmayacağım. Zaten, bizim oralarda böyle tembellere pek rastlanmaz. İşini gücünü aksatan olduğunda, yaşlı amcalar onları çeker bir köşeye, nasihat eder. Ben bu konularda hiç büktürmedim kulağımı. Hiç fırsat vermedim kimseye. Hiç sevmedim, sevemedim tembel tembel yatmayı. Bir gün küçük bir kaçamak yapayım dedim. Kanaldan su vermem gerekiyordu tarlaya, zoruma gitti, almadım elime küreği. İki gün sonra akşam babam gözlerimin içine baktı ve dedi ki:
 
"Mustafa, galiba unutmuşsun tarlaya su vermeyi! Az kaldı kuruyormuş mahsuller. Sıramız da geçmiş. Neyse ki, komşu yardım etti ve suyundan verdi bize!" Başımı bile kaldıramamış, babama bakamamıştım. O an ne kadar utandığımı bir ben bilirim, bir de Allah!
 
Delikanlıyı utandıran temiz yüreğiydi. "Çalışmazsam, hasta olurum!" Diyenler geldi aklıma. Hiç yoksa ellerine örgülerini alan hanımlar geldi. İşinden evine döndükten sonra, kanepede uyuklamayıp; musluğunu tamir eden, bahçedeki çiçeğine bakan, çocuğunu ders çalıştıran babalar geldi. Zaman geçmiyor diye feryat ederek içlerine sıkıntı dolduran tembellere içimden gülmek geldi."
 
Yapılan anons mola saatimizin dolduğunu bildiriyordu. Masadan kalktık. Garsona yöneldim. Hesabın ödendiğini söyledi. Gürbüz Bey, kaşla göz arasında sıkıştırmıştı eline parayı. Teşekkür ettik. "Afiyet olsun, belki askerden sonra Mustafa'nın evine ziyarete gider, eşinin tavşankanı çaylarından içeriz, belli mi olur!" dedi. Delikanlının yüzü yine kızardı. Masadan kalkarken Gürbüz Bey, tesis çalışanlarına teşekkür yazısı için, giriş kapısının yanındaki kutuya doğru ilerledi. Bu arada Mustafa da ona hararetle eşi Zeynep'in gerçekten çayı, böreği, baklavayı çok güzel yaptığını anlatıyordu.
 
Hiçbir ulus yoktur ki ahlaki temellere dayanmadan yükselsin. ATATÜRK
 
 
Birden yüksek sesle bağırarak konuşan kişiler dikkatleri üzerlerinde topladılar. Bağırışların geldiği yöne baktık. Karadenizli yine hırçın dalgalar gibi coşmuş, sarıya kaçan saçları dimdik olmuştu. Yüzünün açık teni kıpkırmızıydı. Kulakları ve burnu daha da koyuydu. Renkli gözleri cam gibi parlıyor, garsonun kolundan sıkıca kavramış, çekiştiriyor, bırakmıyor, yol arkadaşını da itekleyerek bağırıyordu;
 
"Çay paralarını ben vereceğim. Sen nasıl benim yanımda hesap ödemeye kalkarsın. Bak yine fena oluyorum. Kızacağım şimdi sana. Almayacağım otobüse! Koşarak gelirsin sonra arkamızdan!"
 
Bir yandan gülümsüyor bir yandan da şairin dörtlüğüne hak veriyordum;
 
"Mecliste arif ol kelamı dinle,
El iki söylerse, sen birin söyle,
Elinden geldikçe iyilik eyle,
Hatıra dokunup, yıkıcı olma…"
 
 
GÖNÜL GÖNÜLE
 
Korkmayın öğretmenim, ben sizi korurum. Ben askerdeyken siz rahat rahat uyuyun!
 
Yerlerimize oturduk. Mola işe yaramıştı. Sigara tiryakileri, çay salonunun kendileri için ayrılan ücra köşesinde, dumanlara boğularak sözüm ona rahatlamışlardı. Üzerlerine sinen derin kokuyu şimdi otobüsteki diğer yolcularla paylaşıyor, bütün kötülüğüne karşın, bile bile bu illetin tutsağı oluyorlardı. Sigara, yasal bir uyuşturucuydu. Onu bırakmak, bırakamıyorsak azaltmak gerekiyordu.
 
Uçup giden bu dumanlar arasında birkaç nefeslik sahte bir zevk için, çocuklar sakat doğuyor, insanlar erken yaşlanıyordu. Sindirim, solunum, dolaşım ve sinir sistemimize zarar veriyor, kanser riskini de artırıyordu. Alkole ve diğer uyuşturuculara açılan bir kapıydı. Toplum ahlâkını, insan sağlığını, sahip olduğumuz en büyük gücü, yani aklımızı tehdit ediyordu. Üzerinde 'sigara öldürür' yazmasına rağmen kendisini kaybedecek derecede kullananlar azalmıyor, alışkanlık hâline getirenler, mutlaka bir kılıf buluyorlardı. Bu zehrin zararlarına aldırmayan nice insan, işyerlerinde arkadaşlarına, evlerinde çocuklarına bu dumanları keyifle üflemeye devam ediyorlardı. Bir tiryaki arkadaşım da kendini kandırır, sigara öldürür yazısı moralini bozuyor diye elindeki kalemle onu 'sigara güldürür' şeklinde değiştirirdi! Sanki verdiği zararı da değiştirebilecekmiş gibi!
 
Pencereden baktım. Zapt edilmesi zor bir çocuk, otobüse binmemekte kararlı görünüyor, kilolu babasını peşinden koşturuyor, yoruyordu. Şoförümüz kornaya bastı. Adam daha da telaşlandı. Çocuk hemen kaykaya tırmandı. Yakalanacağını anlamıştı. Son bir kez daha denemek istiyordu. Kaydı, duramadı, kumlarda yuvarlandı.
 
Mustafa gülümsedi:
 
–Bu çocuktan sağlam komando olur!
 
Tam o anda babası, yaramazı ensesinden yakaladı. Apar topar soktu otobüse; ama kan ter içerisinde kaldı. Oğlan sırıtıyor, ayaklarını yere sürtüyordu. Buna rağmen adam hiç elini kaldırmadı çocuğuna, hiç canını yakmadı. Belki çocukluğunda kendisi de böyle yaramazdı ve belli ki, "Dayak cennetten çıkmadır!" gibi bir yalana da inanmıyordu. Arabayı beklettiği için özür dileyen bakışlarını hissettim. Onlar da yerlerine oturunca yola koyulduk. Şoförümüzün neşesi yine yerindeydi. Radyoyu açtı. Görevli delikanlı limon kokulu kolonyayı dolaştırmaya başlamıştı bile. Nermin Öğretmen bize döndü ve dert yandı:
 
–Bir zamanlar, ülkede yaşatılan terör ortamından dolayı, insanlar yolculuk yapmaya bile çekinirlerdi. Bakın şimdi ne kadar huzurluyuz. Kimse biraz sonra ne olacak tedirginliği yaşamıyor. Bunların tekrarlanmasına izin vermemeliyiz.
 
Gürbüz Bey yorulmuştu. Başını sallayıp kısa konuştu:
 
–Merak etmeyin Nermin Hanım. Bizim çocuklarımız güçlüdür. Onlar "Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, parçalanamaz!" prensibini iyi bilir ve kim ne yaparsa yapsın, bu ülkenin bölünmesine izin vermezler.
 
Mustafa hafif yana döndü. Alçak bir tonda sordu:
 
–Gürbüz Amca, tehlike bir değil ki. Her yerden geliyor. İçten, dıştan, her yerden! Nasıl becereceğiz?
 
Aslında yaşlı adam biraz dinlenmek istiyor gibiydi. Yine dayanamadı ve çattı kaşlarını. Buruşuk göz kapakları birkaç kez kapanıp açıldı:
 
–Oğlum, biz işgal günlerinde bile umutsuzluğa, karamsarlığa kapılmadık. Şimdi her şey yolunda giderken mi çekineceğiz mücadeleden. Her türlü küçüklük bir araya gelse, bir büyüklüğü örtemez derler ya! Kurtuluş Savaşı başladığı sırada, içinde bulunduğumuz zor durumu bilip umutsuzluğa kapılanlar da, Atatürk'e şöyle demişler;
 
"–Nasıl mümkün olur! Ordu yok?
 
Hemen vermiş sorunun cevabını;
 
–Yapılır!
 
–İyi; ama ordu için para lâzım. O da yok?
 
–Bulunur!
 
–Diyelim ki bulduk, düşman çok?
 
–Yenilir!"
 
O, bütün söylediklerini yaptı. Yapamayacağı hiçbir şeyin sözünü vermedi. Önce hayal etti, sonra da gerçekleştirdi. Şimdi sıra bizde!
 
İhtiyar haklıydı. Benim de hayallerim olmuştu gençlikte. Bunların bazıları kişisel, bazıları da ülkem ve insanlarımızla ilgiliydi. Kimi gerçekleşmiş, kimi de hayal olarak kalmıştı;
 
Ülkemi daha zengin görmek istiyordum. İnsanlarımın hayat pahalılığından, geçim sıkıntısından kurtulmalarını diliyordum. Bir zamanlar çok gerilerimizde olan ülkelerin bugün medeniyetin beşiği gibi çalım satmalarını içime sindiremiyordum. Devletim, ordum daha güçlü olmalıydı. Kanun ve kurallara daha çok uyulan, dürüstlüğün bir erdem olduğuna daha çok inanılan, saygı ve sevginin kardeşçe daha çok paylaşıldığı bir ülkede refah içinde yaşamalıydık. Ne eksiğimiz vardı ki bizim? Her zaman ak ve açık değil miydi alınlarımız? Şairin mısralarını hatırladım;
 
"Memleket isterim;
Yaşamak sevmek gibi gönülden olsun.
Olursa bir şikâyet, ölümden olsun..."
 
Nermin Öğretmenin tatlı sesi beni daldığım rüyadan bir kez daha uyandırdı:
 
–Biz el ele, gönül gönüle, diz dize verdikçe kimse genç Türkiye'yi uygarlık yolundan saptıramaz. Buna ne içimizdeki maşaların gücü yetecek, ne de sözüm ona komşumuz ya da dostumuz geçinen ülkelerin ihtirasları. Biz, sadece petrolle ayakta duran bir ülke de değiliz. Biz, bilim ve teknolojiye kucak açmış, modern bir ülkeyiz. Artık ok yaydan çıkmıştır. Bu ok uçacak ve hedefin kalbine düşecek. Hedef belli; çağdaş uygarlık. Bizi bu hedeften kimse saptıramayacak!
 
Mustafa her cümleyi kelime kelime kaydediyordu. Omuzlarını daha da dikleştirdi:
 
–Korkmayın öğretmenim, ben sizi korurum. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ve bir Türk olmaktan her zaman gurur duyacağım. Size söz veriyorum. Ben askerdeyken siz rahat rahat uyuyun.
 
Delikanlı, yine aralamıştı gönül sayfalarımızı. Mustafalar böylesine yürekten söz verdikten sonra içimizde endişeden eser mi kalırdı? Bu temiz yüreğin örnekleriyle dolu değil miydi tarihimiz? Çanakkale Savaşları'nda yaralanmış bir Fransız generali geldi aklıma. Bu generalin anlattıkları Avrupalıya insanlık dersi olmuştu. "Unutamam!" dediği hatırasını okumuştum bir kitapta;
 
"Bu general, yaralı ve ölülerin arasında savaş alanını geziyormuş. Yırttığı gömleğiyle yerde yatan Fransız askerinin yaralarını saran bir Mehmetçik görüp, şaşırmış. Yanındaki tercüman aracılığıyla sormuş:
 
–Neden öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun?
 
Mehmetçik cevap vermiş:
 
–Bu asker cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Herhalde annesinin resmiydi. Benim kimsem yok. İstedim ki o kurtulsun ve anasının yanına dönsün.
 
Generalin emir subayı Mehmetçiğin yakasını açmış. Hepsinin de gözleri dolmuş. Çünkü askerimizin göğsünde tutam tutam ot tıkanmış derin süngü yaraları varmış. Biraz sonra ikisi de göçüp gitmişler." Yabancılar arşivlerinde bu kahramanlara hayranlıklarını şöyle dile getirmişler:
 
"Malzeme yoksulluklarını kanlarıyla telafi ediyor, düşmana atacak mermi bulamadıklarına üzülüyorlardı. İngilizler, yoğun ateşle dümdüz olan siperlere, hayatın yok edildiğini sanarak yaklaşıyor, işte o zaman da yanıldıklarını anlıyorlardı. Toprak yığınları arasından fırlayan Türkler, süngü takıp saldırıyor, ölüme de aldırmıyorlardı..."
 
Düşmanını, demir çizmeler altında kalma pahasına durduran bu mert askerlere şairin hediye ettiği mısralar çınladı kulaklarımda:
 
 
"Dur yolcu!
Bilmeden gelip bastığın bu toprak,
Bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver,
Bu sessiz yığın
Bir vatan kalbinin attığı yerdir..."
 
Para ile satın alınan sadakat, daha fazla para ile de satılır. SENECA
 
Seddülbahir ve Conkbayırda da başka kahramanlar vardı. Bunlardan biri de bombacı Mehmet Çavuş değil miydi? "Bu kahraman Anadolu çocuğu, İngilizlerin siperlerimize fırlattığı el bombalarını korkusuzca yakalar ve karşı tarafa atardı. Bir süre sonra İngilizler bunu anladılar. Bombaları birkaç sayı saydıktan sonra fırlatarak iadeyi önlemeye çalıştılar. İşte böyle bir bomba, Mehmet Çavuşun sağ elinin bileğinden kopmasına sebep oldu. Bu yiğit delikanlı, vazife şuuruyla hastaneden tabur komutanına yazdığı mektupta şöyle diyecekti; "Kumandanım, sağ kolumu kaybettim, zarar yok, sol kolum var. Onunla da iş görebilirim. Beni üzen şey düşmanla çarpışmama mani olan yaramın henüz kapanmamış olmasıdır. Geç kaldığım için beni af ediniz muhterem kumandanım..."
 
Sen bizi affet yiğidim…Sen bizi bağışla...
 
 
KAHRAMANLAR
ŞEHİT OLDU
 
Onun hasret dolu gözleri, şimdi sadece Zeynep'i görmek istiyordu...
 
Sessizliği Nermin Öğretmen bozdu. Önce gözlüklerinin camını sildi ve sonra elini çantasına atıp yine kitabını çıkardı:
 
–Damarlarımızda asil bir kan dolaşıyor. Bu kanla elbette gurur duyacağız. Size bir şey anlatacağım; ama belki isimleri karıştırır, hata yaparım. O yüzden sıkışırsam bakacağım kitabıma;
 
"1951 yılının Kasım ayında, Amerika'nın Sesi Radyosu Haber Ekibi'nin, Kore Türk Tugayı'na geleceği öğrenilir. Radyonun amacı Türk Tugayı'nın kahramanları ile birer röportaj yaparak bu kahramanlar mangasını dünyaya tanıtmaktır. Böylelikle değişik bir habercilik örneği vermeyi düşünürler.
 
Radyonun isteği, bütün bölüklere duyurulur. Kısa bir süre içinde her bölüğün, en kahraman askerini seçip bildirmesi gerekmektedir. Kendisine organizasyon görevi verilen Sayılan Yüzbaşı zor durumdadır. Çünkü her bölükten hemen hemen aynı cevabı almaktadır:
 
–Hangi birini gönderelim?
 
Bir bölük komutanının telefonda söyledikleri ise şunlardır:
 
–Şu tepeyi de alalım! İstersen saat tut. Fakat ne olursun bunu isteme!
 
Yüzbaşı Sayılan'ın "Geç kalıyoruz, hâlâ kahramanını göndermedin" dediği diğer bir bölük komutanı da şu cevabı verir:
 
–Tamam! Cepheyi bırakıp bütün bölüğümle geliyorum!
 
Bölük komutanlarının sitem ateşi altında kahramanların tespiti uzamakta, Tugay Karargâhı'ndan gelen "Ne oldu?" telefonları karşısında Yüzbaşı Sayılan buram buram terlemektedir. Komutanların hiçbiri bir askerini diğerlerine tercih edememektedir.
 
Son telefon Tahsin Yazıcı Paşa'nın kendisinden gelir.
 
–Evlatlarım hazır mı Yüzbaşım?
 
Paşa'nın üzülmesini hiç kimse istememektedir. Derhal "Endişe buyurmayınız!" cevabı verilir.
 
Sonunda bin bir güçlükle seçilen bir çavuş, iki onbaşı ve yedi er Yüzbaşı Sayılan'ın karşısına dikilirler. Tıraş olmuşlar, yıkanmışlar, yeni elbise giymişlerdir. Yüzbaşı onlara takılır:
 
–Siz bu kadar yakışıklı mıydınız?
 
Hepsine görevlerini anlatır. Hiç birisi aynı kelimeleri tekrar etmeyecektir. Herkes ayrı bir şey söyleyecek, sonunda ortaya tam bir metin, tek bir anlam çıkacaktır. Bir kaç defa da deneme yapılır.
 
Yüzbaşı Sayılan, ilk konuşma görevini çavuşa vermiştir. O çavuş ki, Bölük Komutanı "Ancak bir kahraman gidecek seçimi size bırakıyorum." dediğinde bütün parmaklar anında onu göstermiştir. Amerika'nın Sesi Radyosu'nda ilk olarak işte böyle bir çavuş konuşacaktır.
 
Ses alma mandalı açılmıştır. Herkes merak ve dikkatle çavuşun konuşmasını beklemektedir. Fakat kahraman çavuşun ağzından bir kelime bile çıkmaz. Yazıcı Paşa, bir ara Yüzbaşı Sayılan'a bakar. Yüzbaşı'nın yüzü kıpkırmızı olur. Çavuşa sokulup:
 
–Konuş aslanım! der.
 
Çavuş sapsarı kesilmiştir. Dudakları titremektedir. Parmakları avucunda kenetlenir, konuşamaz.
Cumhuriyet Fikren, İlmen Bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister. ATATÜRK
 
 
 
Sıra diğerlerine verilir. Onlar hikâyelerini tane tane anlatırlar. En sonunda mikrofon Yazıcı Paşa'ya uzanır. Paşa kısa ve öz konuşur:
 
–Ben daha ne söyleyeyim? Destan onların destanıdır...
 
Radyo ekibi cihazlarını toplarken Yüzbaşı Sayılan sıhhiye çadırına gider. Doktor, "Endişe etmeyin, asker kendine geldi." der.
 
Çavuşun başı öne düşmüştür. Komutanının yüzüne bakamamaktadır. Çocuk görünüşlü, manalı, tertemiz bir yüzü vardır. Sayılan Yüzbaşı yanına yaklaşır:
 
–Geçmiş olsun çavuşum... Senin hiçbir şeyden korkmadığını bütün tugay biliyor. Fakat neden mikrofon karşısında yıldın?
Çavuş hâlâ ürkek bakışlarla komutanına bakmaktadır. Onun yüzünde uzaklara dalmış gibidir. Yutkunur:
 
–Komutanım, ben kahraman değilim...
 
Başını yere yıkar. İçini çekerek devam eder:
 
–Birinci mangam, ilk hücumlarda yarı yarıya eridi. Hemen takviye ettiler. İkinci mangamla yaptığım hücumlarda dört şehit, üç yaralı verdik. Ben yine sağ kalmıştım. Manganın komutanı olduğum için en önde hücuma kalkarım. Bana kurşun değmedi. Kahramanlar şehit oldu komutanım! Onlar hep beni korudular. Asıl kahraman onlarken mikrofon karşısında "Ben Kahramanım!" diyemedim, diyemezdim. Bu, bana çok ağır geldi, konuşamadım. Sizi de mahcup ettim, affedin beni.
 
Mehmetçik ağlamaktadır. Sayılan Yüzbaşı yanaşır çavuşa, alnından ve yanaklarından doya doya öper, doya doya sarılır..."
 
Nermin Hanım kitabını kapatırken yanaklarından süzülen damlalara da engel olamadı. Şu sözcükler döküldü ağzından:
 
–Arkadaşlık, dostluk... Bunlar ne güzel şeyler. "Bağır ki, söylediğini herkes duysun. Fısılda ki, söylediğini yakınındaki duysun. Sessiz kal ki, söylediğini yalnızca arkadaşın duysun!"
 
Gürbüz Bey dolu dolu olan buğulu kara gözleri ile baktı bize ve belli belirsiz mırıldandı:
 
–Uğrunda ölünmese, bu vatan olmazdı. Birbirimize sıkıca kenetlenelim. Bize bizden başka dost yok! Düşmanın ekmeğine yağ çalmayalım. Onu kendimize güldürmeyelim. Arkadaşlarımızla kardeş olalım. Bu kahramanların hürmetine bir daha aynı acıları yaşamayalım Çünkü onların; kanları bayrak, hayatları destan, inançları da şiirlere mısra, şairlere ilham oldu:
 
"Bayrakları bayrak yapan;
Üstündeki kandır,
Toprak, eğer uğrunda
Ölen varsa vatandır..."
 
Gözlerimi kapayıp alnımı şoför koltuğunun sırtına dayadım. Otobüs ilerliyordu. Gürbüz Beyi birisine benzetiyor, çıkaramıyordum. Düşündüm ve nihayet buldum. Çocukluğumdaki mahalle bakkalımıza çok benziyordu. Mustafa'nın koluna dokunup, yavaşça fısıldadım:
 
–Mustafa, Gürbüz Bey çocukluğumdaki mahalle bakkalımız Ali Amcaya benziyor. Kaşı gözü, boyu posu, sakalının beyazı bile aynı. Ne tatlı, ne hoşgörülü adamdı. Bir defasında mahalle arkadaşlarımızla hadi şeker alalım diye anlaştık. Ali Amcanın dükkânında cam fanuslar içerisinde türlü şekerlemeler olurdu. Hepimiz koştuk. Aramızdan sadece iki kardeş katılmadı bize. Dönüp sordum; "Siz gelmiyor musunuz?" Büyük olan "Sonra alacağız" dedi. Babaları ölmüştü. Kimi kimseleri yoktu. Anneleri çamaşıra giderdi. Çocuk aklımla paralarının olmadığını düşünemedim. Dükkândan elinde şekerle ilk çıkan da ben oldum. Çocuklardan küçük olanın yere eğilip bir şeyler aldığını gördüm. O dükkâna doğru gelirken herkes şekerini kapıp, oynamaya başlamıştı bile.
 
Dükkânın kapısından ayrılmadım. Çocuk içeri girdi. Cebinden biraz önce yerden aldıklarını çıkardı ve bankonun üzerine koydu. Parmak uçlarıma basarak yükseldim ve gördüm. Bir gazoz kapağı ve renkli bir cam kırığı! Korkarak sordu; "Ali Amca bu kadar paraya şeker olur mu?" O yüreği güzel adamın cevabı kulaklarımda hâlâ. Dışarıdakilerin bile duyabileceği yüksek bir sesle şöyle söyledi; "Oğlum bu paraya iki şeker de alabilirsin." Çocuk elinde şekerlerle dışarı çıktığında dünyalar onun olmuştu. En büyüklerinden iki horozlu şeker! Birini hemen ağabeyine uzattı diğerini de yalamaya başladı. Şimdi anlıyorum ki, eğitim insanın kendi içinde başlıyor. O mahalle bakkalı bizden on kere daha eğitimli!
 
Nermin Hanım, anlattıklarımı duymuştu. Bize döndü:
 
–Ali Bey ne büyük adammış. "Kendimizi yetiştirmemiz birkaç üniversite bitirmekten çok daha zorlu bir iştir." Bu kültür elbette sadece okumakla öğrenilmiyor. "Elbiseler vardır, içlerinde insan yok; insanlar vardır, üstlerinde elbise yok!" diyen şair de okumanın tek başına yetmeyeceğini şöyle anlatıyor;
 
"İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin
Ya nice okumaktır..."
 
Bu dörtlüğü ben de biliyordum; ama öğretmen hanım daha güzel okumuştu. Altta kalmak istemedim:
 
–Bu hoşgörü insanımızın yaradılışında var. Bir örnek de ben anlatayım size;
 
"Mustafa Kemal bir gün Boğaziçi'nde bir gazinoda dinleniyor, etrafını saran gençlerle sohbet ediyormuş. Sanattan ve onun güzelliklerinden bahsediyorlarmış. Herkes pür dikkat kendisini dinlerken, köşedeki masada oturan bir beyin elindeki bardak şangırtıyla yere düşmüş. Bakışlar, bu yakışıksızlığı yaparak sohbeti bölen adama çevrilmiş. Adamcağız neredeyse yerin dibine girecek. Birden ikinci bir şangırtı duyulmuş. Bu defa gözler, kendi bardağını yere bıraktıktan sonra eli hâlâ havada olan Gazi'nin gülümseyen yüzüne dönmüş. Oradakiler bu ince davranış ve hoşgörüyü uzun süre alkışlamışlar..."
 
Biz boşuna konuşuyorduk. Delikanlı dinlemiyor, aklını Ali Amcanın şekerlemelerinden alamıyordu:
 
–Horozlu şekeri bilmiyorum; ama tatlıyı sevdiğimi söylemiş miydim Metin Ağabey? Zeynep'in çok iyi baklava açtığını söylemiş miydim?
 
Gülümseyerek gözlerinin içine baktım:
 
–Söylemiştin Mustafa. Hem de birkaç defa! Allah sağlıklı ve uzun ömür versin. Zeynep sana daha nice baklavalar açar, afiyetle de yersiniz inşallah.
 
Derin bir nefes alıp iç geçirdi. Cevap vermeden başını sallayıp pencereye döndü. Öylesine baktığını ve hiçbir şey görmediğini biliyordum. Onun hasret dolu gözleri, şimdi sadece Zeynep'ini görmek istiyordu. Yanılmamıştım. Elini cebine attı. Cüzdanını çıkarıp hafifçe üzerine eğildi ve resimlerin arasında kaybolup gitti. Gürbüz Beye doğru baktım. O da bir resim çıkarmıştı. Kendisine döndüğümü hissedince hiçbir şey söylemeden resmi elime tutuşturdu.
 
Koç yiğit bir delikanlının mağrur bakışlarıyla karşılaştım. Şehit torununun resmiymiş bu. Dağ gibi bir komandoydu. Şairin mısraları ne çok yakışıyordu bu kahramana;
 
"Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli,
Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş, belli..."
 
Güç olan kahramanca ölmek değil, kahramanca yaşamaktır. C. ŞAHABETTİN
 
 
Elindeki tüfeğine, yavuklusuna sarılır gibi sarılmış, ardına uçsuz bucaksız sınır boylarını almıştı. Göğsü gerilmiş bir abide gibiydi. "Yiğidini askere gönderirken sırt çantasına kefen koyacak kadar gözü pek anaların oğullarındandı." Resmin arkasını çevirdim. Mürekkep yerine kan kullanılmış kelimeler büyüdü büyüdü gözlerimde. Yutkuna yutkuna okudum;
 
"Gittik! Bakmadık arkamıza. Vatan olmaya, bayrak olmaya, toprak olmaya gittik. Can yerine can almaya, kan yerine kan almaya gittik. Şahadeti tatmaya, canı vatana katmaya gittik!
 
Yastığımız mezar taşı
Yorganımız kar olsun
Biz bu yoldan döner isek
Namus bize ar olsun..."
 
Tüylerime kadar ürperip bu resme bir damla gözyaşı da ben akıttım. İleri gözetleyicisi Topçu Üsteğmen Mehmet Gönenç'in, ateş idare merkezindeki telsizinden duyulan son sözleri çınladı kulaklarımda;
 
"Düşman sağdan geliyor... Soldan geliyor... Piyade bölük komutanı şehit oldu... Yaralandım; ama kıymeti yok... Çember daralıyor... Düşman çok yaklaştı... Sarıldım... Taburun ateşini üzerime toplayınız... Vatan sağ olsun..."
 
Hey koca aslan! Senin de, vatanı sağ eden aziz ruhun şad olsun.
 
Çanakkale'ye gitmeyi kafasına koymuş fakat yaşları küçük olduğu için askere alınmamış beş Karadenizlinin hikayesi de unutmak mümkün değildi; "At arabalarını, kağnıları durdura durdura İstanbul'a varmışlar. Oradan da bir geminin ambarında gizlice Çanakkale'de cepheye ulaşmışlardı. Sormuşlar yaralı askerlere, bize en çok nerede ihtiyaç var diye. Seddülbahir demiş asker. Onlar da hemen yönelmişler denilen yere. Bir bakmışlar ki her yer şehit kanı. Çıkarmışlar ayakkabılarını buralara basmak ayıptır diye yalınayak varmışlar kendi cephelerine…
 
Bir de pamuk nine varmış. Kocası dönmemiş cepheden. Sofraya her gün bir tabak fazladan koyarmış. Torunları dayanamamış bir keresinde; yapma nine, dedem öldü demişler de almışlar hemen cevaplarını. Dedeniz ölmedi, ya dönecek ya da şehit oldu yavrularım..."
 
Aklın ve ilmin üç büyük düşmanı vardır; kötülük, bilgisizlik ve tembellik. HAECKEL
 
 
Türk; öğün, çalış, güven. ATATÜRK
HOSGELDINIZ (WELCOME)
 
Lutfedip,bana ulastiniz,tesekkur eder,sevgi,saygi ve selamlarimi sunarim.
Bu alan,bana ulasmada istasyon" amacli olusturulmus,diger alanlarda oldugu gibi Buket Turkay postaci,ilker Alptekin yonetici olarak gorevlendirilmiztir.
Lutfen sosyal aglarda kisisel bilgilerinizi,birtakim serefsizlerce kullanilmamasi icin vermeyiniz,ozen ve dikkatli olunuz.
Ozen ve dikkatli olmaniz icin,arzu edilmiyerek sunulan linklerimiz icin,iletisim bloggerinin sag dikey cubugunda asagiya dogru baglantilari verilmis tum alanlarimizi,duvarlarimizi gruplara sevk edilen iletileri bastan,sona ozen ve dikkatle okuyup,okutunuz,PKK durtmesi,ornek derseniz Ozkan Bostanci serefsizi,benzeri,cetesi ve Turkcell izmir teknik servis calisani,Belgin isimli,iffetsiz tacizci vb.gibi internetteki KADROLU serefsizlere,surtuklere karsi,ozen ve dikkatli olmalari icin dostlariniza oneriniz.Allah'a emanet olunuz.
Turk olmak;Guzel ahlak,Allah korkusu,kuldan utanma duygusu,insanca davranislar hanimefendi ve beyefendi olma hali namus,seref,herseyden ote yuksekmi,yuksek karekter gerektirir.Bu nedenle Ataturk NE MUTLU TURKUM DIYENE demistir.

TURKCELL IZMIR TEKNIK SERVIS CALISAN BELGIN ISIMLI IFFETSIZE,TURKCELL'E GONDERMELER
http://twitter.com/kemeraltiiscisi/
NETLOG Alanini,henuz olusturup sizin icin guncelledik.
MP3 Marslar,begeneceginizi umdugumuz dinletiler,karma gorsellerle videolar,E-Kartlar yuklenmistir,Muammer SEZER Demokrat partinin hazin halini,bu alanda ozetlemistir
Arz eder,saygilar sunarim
Buket Turkay
Secretaryship
 
 
 
Etiketler..Lütfen bizim yükledigimiz göresellerin açıklama ve yorumlarini notlar menüsünü,görsellerde "Facebook kullanıcılarının dikkatine" başlıklı klasörü özen ve dikkatle okuyup linkleri ziyaret ediniz.
#muammersezer #başbakanlik #cumhurbaşkanligi #tbmm #tobb #polis #emniyet #içişileri #turkcell #avea #vodafonetürkiye #finansbank #ulaştirmabakanligi #saglikbakanligi #adaletbakanligi #izmiremniyet #izmirpolis #jandarma #bilgiteknolojilerikurulu #bilişimsuçlari #rifathisarciklioglu #asayiş #terörlemücadele #milliistihbaratteşkilati #mit #tsk #kamudüzeniveguvenligimusteşarligi #özelharekat #taciz #tehdit #turkcellizmirbelgin #buketturkay #hirsizlik 
 
Lütfen http://vk.com/muammer.sezer linkine tıklıyarak gideceginiz istasyonda,sunucuda hesabınız varsa giriş yaptıktan sonra tacizlerle ilgili "dökümanlar" menüsüne yüklü özet bilgi sunumlarina,(bu alana videolar zil sesi yapmanız için indirebileceginiz marşlar ve birkaç dinleti yüklüdür) arzu edilmiyerek sunulan diger linklerimize Facebook notlar menüsüne,Facebook görsellerde "Facebook kullanıcılarının dikkatine" başlıklı klasöre bloger alanlarina,bu alanlarda arzu edilmiyerek sunulan linklere wordpress alanlarına bakınız.
Rahmetli Cumhurbaşkanım Rauf Denktaş'ın (Nur içinde yatsın,mekanı cennet oksun) Muammer bey'e gönderdigi kendi kaleminden KKTC Gerçegini içerir hiçbiryerde bulamıyacagınız tarihi nitelikli belgeler vk,SkyDrive ve Google Drive alanlarına indirip arşivinize almanız için yüklenmiştir.Bugüne kadar,bize alçakça bozdurulan arzu etmedigimiz uslubumuza katlandıgınız,tahammül gösterdiginiz için teşekkür eder..
Uslubumuzun bagişlanmasini diler saygilar sunarim.
Buket Turkay
Secretaryship from Kadiköy-istanbul
 
Telefonla döndügüm Muammer Sezer beyefendi üzüntülerini ifade eder,"dünyada en kötü şey'in namus ve şeref fukaraları ile Türkcell izmir müşteri hizmetlerinde teknik servis çalışanı sigortasız zevk işçisi kerhane çalışanı belgin isimli yırtık dondan çıkmış Allah korkusu,kuldan utanma duygusu bilmeyen fahişenin,fahişeliklerine muhattap olmak ve hayasızca taciz edilmek der (Bu fahişe şuanda bunları yazarken okuyor) Başta pek kıymetli Sayın.Bakanım beyefendiye Sayın.Aziz Yıldırım başkanım beyefendiye pek kıymetli hanımefendi ve beyefendi arkadaşlarımıza anonim izleyicilerimize bize sabır diyen güvenlik güçlerimize başarı dileklerimi,en içten sevgi,saygı ve selamlarımı sunar,iyi haftalar dilerim lütfedip kabul buyursunlar" der,iletmemi arzu eder.
Buket Turkay secretaryship from Kadıköy-istanbul
Sanıyorum burya kadar..Muammer bey'e,sanki sormuşuz gibi belgin@turkcell.com adresinden "izmir'deyim" şeklinde gel beni bul herbiryerimi becer der gibi eposta gönderen (eposta bizde Turkcell eskiden bu uzantı ile eposta hizmetide veriyordu bu namussuz,onbinlerce çöp ile'ki disklerde kayıtlı taciz edince çıktık onlarca eposta adresini hesaptan kapattık.Muammer bey'in ünimesaj kutusunun (eposta,ses ve faks mesajlar için) şifrelerini içerden alıp,kutuya girerek mesaj bile bıraktırdı,sorunu Turkcell'e bildirip bu servis aboneligini sonlandırdık,bir süre sonra Turkcell bu servisi kapattı sunucu olarak şikayetimizi dikkate alıp,bu ünimesaj kutusuna nasıl girilmiş sorumuza cevap verilmedi,Bu operatörde hiçbirşeyiniz güvende degil,rehbere kaydı,hiçbiryrde bankalar dahil tanımlı olmayan numaralar it'e köpege satılıyor.Tüm bunları bu fahişe ve çetesi yapıyor,telefonlar taciz ettiriliyor.Polis bu çeteye birgün süpürge operasyonu düzenlemeli,karyolasına alıp becermelidir)
Bu köpegin Allah belasını içindeki Allah korkusunu,kuldan utanma duygusunu silerek vermiş.izmirli Kemeraltı out,Türkcell in bu serviste birtek ruh hastası Belgin var o'da bu iffetsiz fahişe,gerisi size kalmış.Ok :D
Bu fahişenin Muammer bey'e attıgı bir epostanın konu kısmına dikkat ediniz hemidende ingilizce "Beni iyi becerdiler,sularım sellerim kesildi,bacaklarımın üstünde zor duruyorum" şeklinde,bizde mesajıda var,izmirli daha ne duruyon çok elverişli,çok..
Buldugun yerde,buldugun yerde,tuttugun yerde..
 
Google + için youtube ve bloger alanına gidip dügmelere tıklayınız.
Birkısmı çok eski,birsürü alan bu Türkcell izmir müşteri hizmetlerindeki teknik servis çalışanı Belgin isimli fahişe nedeni ile mezarlıga dondü,hiç kullanmadıgımız eposta gondermedigimiz hesaplari bile daha oluştururken izleyip taciz ediyor,bütün posta akışımızı kesti bu fahişenin kör testereli,kör kasaturalı birilerinin elinden gebermesini diliyoruz,inşallah içine kendi girer ben sadece bir ikisini yeniden düzenlemek istedim profil resimlerini degiştiriyorum..
Biz bunları beyefendinin ifadesi ile "bize ulaşmada istasyon amaçlı" diyoruz.
Gelip,giden başımıza neler gelmiş görsun.
Bakın yukarıda bu fahişe posta akışımızı kesti diyor vb.Yazıyorum arkasundan hemen #NurullahAydın nurullahaydın94@gmail.com adresinden bize posta gönderiyor,veya göndertiyor.Hiç böyle fahişe gördünüzmü bize bütün hesapları kapattırıp internetten çıkarttıracak fahişe,biri şu fahişeyi gebertin dua edecegim.
Buket Turkay secretaryahip emniyete bu yazi ile birlikte bu fahişeyi gönderiyorum şu uslubuma bakarmısınız utanıyorum,bizi utandırmak içinmi bunları yapıyor,polis!
Bu bir hötverenlik,fahişe olmak..
 
 
ııı
 
Muammer bey'den,dip not olarak sablon haline getirdigimiz bir gonderme amanim ne gonderme,ne gonderme!..
Ben dogdum;henuz Allahuekber diyip ismimi kulagima fisildamamislardiki o'minnacik ellerime benim sanli Turk bayragimi tutusturdular.Yav ben ninni bekliyorum,ninni yerine bizim lambali radyo istiklal marsi,Harbiye marsi,Onyil marsi,Vardar ovasi,Fenerbahce marsi caliyor.O Vakitler henuz icadedilmemis,bebe bezi yok.
Beni sari,laci kundakladilar..
O alcak,kahpe,hain,bolucu durtmeler kim?..

Guldurme benii. :)
MUAMMER SEZER