kaan yilmazer,kanser hastalarını çarpıp kaçan gaspçı,kapkaççı,dolandırıcı cani,vicdansız katiller

kaan yilmazer,kanser hastalarını çarpıp kaçan gaspçı,kapkaççı,dolandırıcı cani,vicdansız  katiller
(kesilecek başlar,üstteki görsele tıklarsan Facebook'a NOT'lara gidersin) #istiklalmarşımadokunma Polis,jandarma kamu yönetimi,kamuoyu,kamu vicdani sizlerden tüm arkadaşlarımızdan,anonim ziyaretçilerimizden yüce Türk milletinden helallik istiyoruz,haklarınızı helal etmenizi diliyoruz. karar:2018/001 ölüm aşagıdaki etiketlenmiş olan "cinayet işleme ustaları" analarının ön bahçesinde,yogurt kasesinde oynar gibi kanser hastalıklarını fırsat bilip insan hayatı ile oynayan "#savcı'da benim,#hakim'de benim,#polis'te benim ne yargısı,ne mahkeme kararı" diyen,çok güçlüyüm "arkamda beni sinkaf edip güç veren koskoca aşiret,meclis üyesi benim gibi bir inbe için #cumhurbaşkanı ile can,ciger konuşacak #fevzi abim var" diyen kanser hastası eşinin vefatından sorumlu oldugu adama,beyefendiye "seni ögle bir yapcamki ölmek isteyeceksin senin için planlarım var seni elimden ölüm kurtaracak" diyen şeref yoksulu düzenbaz namussuzlar vb için çoluk çocuk dahil sülalelerine "seçenek" degil,vicdansızlıklarının bin katı vicdansızlıkla ibretlik yaşayacakları 3 yılda alınmış sonuç kararıdır.. #kamuyönetimi,#kamuoyu,#kamuvicdanı.. #polis,#jandarma,#egm,#receptayyiperdogan beyefendi tarafından bizzat bilgi sunumu yapıldı Google görsellerde bu etiketlere yükleme yapılmıstır TC 21379260482 kimlik nolu ödüllü hötveren (#kaanyılmazer,TC38683695676 kimlik nolu kahpe karısı #serpilyılmazer,TC 31628290764 kimlik nolu lagım faresi ölüme acelesi olan #serapkarabıyık,#süleymanaslan,#mustafagüngör vb.vb) bankaları,iş adamlarını,piyasayı,vergi dairelerini,sigorta şirketlerini kanser hastalarını tokatlayıp,çarpıp iz bırakmadan kaçan ustaca cinayet işleyen karşılıgı hakettikleri ölümü bekleyen cani,vicdansız katiller "Az kaldı" ibretlik geberecek artık kaçış yok.#polis bu katilleri TC kimlik noları ile savcılıklardan sorgula teşekkür ederiz. Buket Turkay,Adalet hanım bize katil demeyiniz ortalık kan gölünede dönse arzu etmesekte getirilen bu kahpece noktada bu namussuzladan hesap sorulacaktır,kıymetli dualarınızı dileniyoruz eskiden bir cinayet işlense insan olarak katilini kınardık bize bir kanser hastasına kahpelikte sınır tanınmadan yaşatılanlar,beyefendiye kan dondurucu planlarla çektirilenler bize kimbilir ne canlar,cigerler yakmıştırda belasını bulmuş diyoruz artık bu namussuzlara bela olmak için hayatımızı önemsemeden burdayız bu noktadayız herşeyimiz aleni ve açıkta ibretlik gelişecek biz bu namussuz cani,vicdansız katillerin önüne ölümü seçenek olarak degil sonuç olarak koyuyoruz,sonuca gidiyoruz bu arada aklınıza gelen heryol denenmiştir,bundan müsterih olunuz) Şıst,şıst millet rahmetlinin başına gelenler ve beyefendiye üç yıldır çektirilenler rahmetli eşi nasıl olsa kanser hastası denilerek çeşitli oyunlarla borç alıyolarmış,ödeyeceklermiş gibi tuzaklara çekilerek rahmetli kapkaç'a ugramıştır iz bırakmadan kaçılıp gidilmiş kahpelikte sınır tanınmamış bir kanser hastasını hayatından bezdirmek ölümünü kolaylaştırmak için hertürlü namussuzluk yapılmıştır bu namussuzları sülaleleri yok edilecek ve bu kahpeligin hesabı vicdansızlıklarının bin katı vicdansızlıkla çoluk,çocuk denmeden sorulacaktı herşeyi kamuoyu önünde siz kamu vicdanına sıgınarak yapıyoruz içinizde arzu eden varsa bizi kamu yönetimine ve resmi kurumlara bildirebilirsiniz bu kadar açıgız.Bu kahpeligi namussuzlugu kaldırmak,tahammül etmek mümkün degil lütfen bizi bozdurulan sinir ve uslubumuzu bagışlayınız,sülalelerini önümüze aldık.Saygıyla arz olunur.Buket Turkay,Adalet hanım. Gözün aydın Türkiye yüce Türk milleti böglesi bi önemli günde 18.Mart Çanakkale zafer bayramının coşkuylan kutladıgımız bi günde Afrin'e girmişik biz herbiryere çetelere,metelere teröristlere herbiryerlerine girerik kahraman Türk Silahlı Kuvvetleri'mizi Kara Kuvvetleri Komutanlığı'mizi yürekten kutluyoz şehitlerini rahmetle Gazi'yi istisnasız tüm gazilerimizi şükranla anıyoz.Dur yolcu bizi okumadan geçme okumadan geçenler kel ay pardon saçsız kalsın.Amin sizlere minnettarız bana laubali diyolarmış beyefendiye şikayet ediyolarmış beyfendide biliyo boşuna çenenizi yormayınız,dograyacagımız asrın çetesi katillere odaklanınız ne için yaşıyoruz degerlerini kahpece kaybetmiş sessiz kalmış bi toplum yarın poposunu kaybetmeye mahkumdur arzu edenler bizim hazırlık yaptıgımız sonuna yaklaştıgımız bu ölümcül operasyondan en üst düzey #kamuyönetimine bildirebilir bizim gizli saklımız yok herbişey kamu oyu önünde ibretlik olcak teşkür deriz.. (dogranacak katiller var,anladıkları dilden eşref vaktine son hazırlıklar) serapkarabıyık lagım faresi cani vicdansız katil gebermek için acele ediyon sana adına özel site açıyorum gebermene,gebermenize azkaldı kahpe Buket #polis,#kaanyılmazer,#serpilyılmazer,#serapkarabıyık,#sülükman,#mustafagüngör (BİZE KATİL DEMEYİN 3.KIZ,1 OGLANDAN BİZE NEE SİZ KÖPEKLERİ PEYDAHLAYIP CAN,CİGER YAKTIRAN OLOSPU ANANIZDAN,ÖDÜLLÜ HÖTVEREN BABANIZDAN BİZE NEE BEYEFENDİYE GÖNDERİYORUZ DEYİP TEHDİT ETTİGİNİZ 110 KİLOLUK ÖDÜLLÜ HÖTVERENDEN BİZE NEE POPONUZ YETMEDİ YETİYOSA 1000 KİLOLUK ÖDÜLLÜ HÖTVEREN GÖNDERİN BİZE NEE ENGELLİ İT'LERİNİZDEN BİZE NEE ARKANIZA ALDIGINIZ GÜÇLÜYÜM DEDİGİNİZ POPONUZA Bİ İNDİRİP,BİR BİNDİRDİGİNİZ AŞİRETİNİZİ,ADLARINA PIYASAYI KANSER HASTALARINI BANKALARI,SİGORTAYI İS ADAMLARINI KARISININ BACAK ARASINI GELİN BURDAN ALIN DEYİP ISLAK İMZA NİYETİNE KULLANARAK TOKATLADIGINIZ MECLİS ÜYENİZİ "BENİM GİBİ Bİ İNBE İÇİN AGZINDAN,BURNUNDAN,KULAKLARINDAN POPOSUNDAN KARISININ,KIZININ ÖNÜNDEN,ANASININ YOGURT KASESİNDEN VERDİREN Bİ ŞEYEFSİZ İÇİN #CUMHURBAŞKANI İLE CAN,CİGER KONUŞCAK FEVZİ ABİM VAR (CUMHURBAŞKANINA SES DOSYASI VB.İLE BİLGİ SUNUMU YAPILDI) DEDİGİNİZ,TEHDİT ETTİGİNİZ DÜMBELEKTEN BİZE NEE VIZ GELİR,KARŞILIGINI ARZU ETTİGİNİZ GİBİ ÜZERLERİNDE İSİMLERİNİZ BİZE GÖRE LAKAPLARINIZ YAZILI ÖZEL MERMİLERLE ALIRSINIZ BİZ HESABIMIZA BAKARIZ VİCDANSIZLIKLARINIZIN BİN KATI VİCDANSIZLIKLA ARTIKIM #KAMUOYU'NUN YÜCE TÜRK MİLLETİNİN GÖZÜ ÖNÜNDE İBRETLİK GEBERMEK ZAMANI) KATİL ARARKENE KURŞUN ADRES SORMAZ BEYEFENDİNİN TAYİN EDECEGİ ZAMANDA BİZ ONA EŞREFİN VAKTİ DİYOZ GİDER BULUR.GENÇ CUMHURİYETİN NİZAMI İLE YASALARI İLE "#SAVCI'DA BENİM,#HAKİM'DE BENİM,#POLİS'TE BENİM DİYENLERE #KAMUOYU ÖNÜNDE,#KAMUVİCDANI ÖNÜNDE PİSLİKLERİN,NAMUSSUZLARIN,ÇAKALLARIN OLOSPULARININ SÜLALECE GEBERME ZAMANI.HAZIR OLUN. Şıst,şıst isteyen bizi ilgi kurumlara,otoriteye bildirebilir,herşey kamuya açık.Tşk. Lütfen tam ekran tıklayınız tam ekran açılmıyorsa bir önceki görsele gidip geri bu görsele dönelim istiklal caddesinden canlı yayın..Açık kimlikler görselin sag tarafındaki altına yorumlarda özet bilgiler sunulmuş bir önceki görselde.. #polis,#jandarma,#egm,#receptayyiperdogan bilgi sunumu yapıldı (#kaanyılmazer,#serpilyılmazer,#serapkarabıyık,#süleymanaslan,#mustafagüngör vb.vb) bankaları,iş adamlarını,piyasayı,vergi dairelerini,sigorta şirketlerini kanser hastalarını tokatlayıp,çarpıp iz bırakmadan kaçan ustaca cinayet işleyen karşılıgı hakettikleri ölümü bekleyen cani,vicdansız katiller "Az kaldı" ibretlik geberecek artık kaçış yok. Millet gördügünüz gibi yargı ve adalette çare olmadı,Genç Cumhuriyetin devlet nizamı ile kurumları ile "hepsi benim" denerek şaşak geçildi kahpelikte namussuzlukta,şerefsizlikte inbelikte,olospulukta sınır tanınmadı kerim amcaya göre böglesi anlaşılır manada terör estiren namussuzların degil çocukları,dogmamış çocukları bile dogranır hale geldi BU İNBEYE NAMUSSUZ PİÇE "İZ BIRAKMADAN ÇARPIP KAÇMIŞSIN RAHMETLİ SERAP OLOSPUSUNDAN BİLMESİNE RAGMEN SENİN TELEFON VE ADRESLERİNİ ALAMIYOR HASTA,HASTA HAYATA TUTUNMAYA ÇALIŞIRKEN İKİ HAFTA SEN İNBEYİ ARIYOR BULAMIYOR BİR HAFTA SONRA HAKKIN RAHMETİNE KAVUŞUYOR" DİYOR TAPELERDEN SMS MESAJLARDAN AYNEN BEYEFENDİYE "BANA NE LAN BANA NE ARAMASAYDI PEŞİMDEN KOŞMASAYDI" DİYOR,ARTIK BU YARGIYA BIRAKILMAYACAK KADAR ÖNEM ARZ EDİYOR,TOKATÇILIK KAPKAÇ VAR BİZEDE ÜÇ YILDIR YAPMADIGI NAMUSSUZLUK KALMADI TERÖR ESTİRDİ YARGIYIDA AŞAGILAYIP ŞAŞAK GEÇEN BU ASRIN TOKATCI ÇETESİ NAMLUNUN UCUNDA (KERİM AMCAYA GÖRE ÇOLUK,ÇOCUK DOGMAMIŞLARI DAHİL) GEBERECEK,BUNDAN KAÇIŞ YOK. bizim amacımız Facebook ve sosyal agları interneti işte bögle bir ana hazır hale getirmektir. Adalet bunlara göre kendilerine çalışıyor,kararları önemsiz deniyor işte biz bunun bögle olmadıgını insan hayatı ile kanser hastalarının hayatı ile oynanamıyacagını ibretlik dünyaya göstermek #kamuyönetimine,#kamuoyuna,#kamuvicdanına Allah'a sıgınarak insan hayatının bu kadar ucuz olmadıgını ibretlik göstermek namussuz şerefsiz,olospu çocugu olospulara "siz kimsiniz,işte busunuz" demek,ibretlik göstermek istiyoruz,bizi bozdurulan sinirli halimizi ve uslubumuzu bagışlamanızı diliyoruz.Saygıylan arz olunu.ÖGLEMİ 3.KIZ,1 OGLANDAN BİZE NEE SİZ KÖPEKLERİ PEYDAHLAYIP CAN,CİGER YAKTIRAN OLOSPU ANANIZDAN,ÖDÜLLÜ HÖTVEREN BABANIZDAN BİZE NEE 110 KILOLUK ÖDÜLLÜ HÖTVERENDEN BİZE NEE ENGELLİ İT'LERİNİZDEN BİZE NEE VİCDANSIZLIKLARINIZIN BİN KATI VİCDANSIZLIKLA İBRETLİK GEBERMEK ZAMANI.. Buket Turkay,adalet hanım. (tokatçı,kapkaççı,katil çete sülalece göstere,göstere namlunun ucunda) #kamuyönetimi,#kamuoyu,#kamuvicdanı, #polis,#jandarma #savcı,#hakim #tptgv,#receptayyiperdogan bilgi sunumu yapıldı #terörlemücadele,#kapkaç,#gasp,#tokatçılık,#cinayet,#dolandırıcılık,#hırsızlık,#iffetsizlik,#narkotik,#malisuçlar #kaanyılmazer,#serpilyılmazer,#serapkarabıyık,#süleymanaslan,#mustafagüngör (Ablalar,abiler bizde sinirler gerildi egleniyormuyuz) Adalet beklemenin (!!!) sabrın sonu ruh hastası inbe ve çetesi ile selamet degilmiş,beklemiyoruz bozdurulan sinir ve uslubumuzu bagışlamanızı dileriz.. [artık bu işin rengi degişti olup,bitene cinayet ve adam öldürmeye tam teşebbüs olarak bakıyoz,çözümüde buna göre süratle olcak bize katil demeyin,bizi dinleyin #üstdüzeykamuyönetimi,#kamuoyu,#kamuvicdanı'na saygı ile sunulu] #polis,#jandarma,#egm,#receptayyiperdogan bilgi sunumu yapıldı (#kaanyılmazer,#serpilyılmazer,#serapkarabıyık) kanser hastalarını çarpıp iz bırakmadan kaçan ustaca cinayet işleyen karşılıgı hakettikleri ölümü bekleyen cani,vicdansız katiller,geberecek (polise #tptgv'na bagışlanan aldatmaca senetler vb. (suç işleme aleti dosya nosu ile,11.Agustos 2015'ten günümüze tape,sms,ortam kayıtları ile namussuz karısı #serpilyılmazer'in #serapkarabıyık lagım faresinin tezgah,tuzak kokan itiraf sms mesajları) adli emanette,ceza mahkemesi dosyasında,yeniden savcılık makamında (#polis tc kimlik nosu ile bakın) Düzmece senetlerle,dolandırılan vatandaşların,bankaların vb.arayıp bulamadıgı kimlik bilgileri Google görseller dahil yüklenmiş devam etmektedir. Agzı dahil sinkaf edilecek insan hayatı ile oynayan çete için ölmek zamanı. Buket Turkay,Secretaryship,Adalet hanım. #polis,#jandarma,#egm,#receptayyiperdogan bilgi sunumu yapıldı (#kaanyılmazer,#serpilyılmazer,#serapkarabıyık,#süleymanaslan,#mustafagüngör vb.vb) bankaları,iş adamlarını,piyasayı,vergi dairelerini,sigorta şirketlerini kanser hastalarını tokatlayıp,çarpıp iz bırakmadan kaçan ustaca cinayet işleyen karşılıgı hakettikleri ölümü bekleyen cani,vicdansız katiller "Az kaldı" ibretlik geberecek artık kaçış yok.Buket Turkay,Adalet hanım. (anonim,ziyaretçilerimize kamu oyuna,kamu vicdanına duyuru) bizim dışımızda etiketleme yapanlar gördük filickr'ede yükleme yapılmıştır görsel boyutlarını degiştirmeden etiketleme yapmak,metinleri yayınlamak serpesttir sefer görev emri olanları göreve davet ediyoz.. savcı ile,hakimle,polisle,yargı kararları ile genç cumhuriyetin devlet nizamı ile şaşak geçen namussuz,vicdansız kahpelere karşı savaş düzenine girdik bize katil demeyin.Bizim Afrin kuşatıldı,mavzerler dolu,dolu mekteplide olduk sınıflayı doldurduk kuş uçmuyo.Buket Turkay,Adalet hanım. Millet,meyabalar biz buna "Gelecege sıkıcana hazırlanmak" diyoz. Herkes ektigini,kahpeligini vicdansızlıklarının bin katı vicdansızlıkla "ölüm tarlalarında" biçecek madem ögle işte bögle dedik.Saygıylan arz olunu. Buket Turkay Adalet hanım Facebook und (ve demek oluyo) sosyal aglar kasabası şerifesi Gülümse :) (Ablalar,abiler bizde sinirler gerildi ne sinir,ne uslup kaldı egleniyormuyuz) Bizim Afrin'e operasyon hazırlıklarımız.(Bizim herşeyimiz kamuoyu önünde) Adalet beklemenin (!!!) sabrın sonu ruh hastası inbe ve çetesi ile selamet degilmiş,beklemiyoruz bozdurulan sinir ve uslubumuzu bagışlamanızı dileriz.. [artık bu işin rengi degişti olup,bitene cinayet ve adam öldürmeye tam teşebbüs olarak bakıyoz,çözümüde buna göre süratle olcak bize katil demeyin,bizi dinleyin #üstdüzeykamuyönetimi,#kamuoyu,#kamuvicdanı'na saygı ile sunulu] #polis,#jandarma,#egm,#receptayyiperdogan bilgi sunumu yapıldı (#kaanyılmazer,#serpilyılmazer,#serapkarabıyık) kanser hastalarını çarpıp iz bırakmadan kaçan ustaca cinayet işleyen karşılıgı hakettikleri ölümü bekleyen cani,vicdansız katiller,geberecek (polise #tptgv'na bagışlanan aldatmaca senetler vb. (suç işleme aleti dosya nosu ile,11.Agustos 2015'ten günümüze tape,sms,ortam kayıtları ile) adli emanette,ceza mahkemesi dosyasında,yeniden savcılık makamında (#polis tc kimlik nosu ile bakın) Düzmece senetlerle,dolandırılan vatandaşların,bankaların vb.arayıp bulamadıgı kimlik bilgileri Google görseller dahil yüklenmiş devam etmektedir. Agzı dahil sinkaf edilecek insan hayatı ile oynayan çete için ölmek zamanı. Buket Turkay,Adalet hanım.2 oskar ödüllü tekeylerin telli,duvaklı gelini sen "savcıda,benim,hakimde benim poliste benim ödemiyom lan git istedigin yere şikayet et #cumhurbaşkanı'na sayın.#receptayyiperdogan'a şikayet edilip,bilgi sunumu yapıldıgını bile,bile uzun,uzun yiycek mahkeme,kararı neymiş" diyen tekey bi polis amca "senin bu tekey,çetesiylen pyofilinizden hiç çıkmıyo şu saat,şu dakka,şu sahiye,şu sanise buydalay" diyo.Sagolasın izocam kışın sıcak,yazın serin oluyo. https://www.tccb.gov.tr/,https://www.basbakanlik.gov.tr/Forms/pg_Main.aspx,https://www.icisleri.gov.tr/,https://www.adalet.gov.tr/ Hopdediks bizim millet Adriyatik'ten,çin seddine oyadan caponyaya tam beş kıtaya mars için nasa'ya gönderiyom yükleme yapılır,müracaat bana,müyacaatlar kesinliklen çok gizli tutulacaktır.Buket Turkay,Adalet hanım (Şıst,şıst önce beyefendiyi tanıyalım sonracıgıma siz cani,vicdansız kapkaççı katillere bu çeteye neler edcem,bunlayı Google,Yahoo-Filickr vb.Görsellere yükleycem can,ciger yakmak neymiş pek yakında,çok yakında burnunuza leş kokusu gelebili) (Baba hiç olup,bitenden biricik kızını haberdar etmiyon,kerim amcadanmı ögrencem?) Şıst,şıst bugün beyfendi takım elbiseylen kıravatlan bizim Afrin'i ziyaret etmiş,mevzileri tek,tek dolaşmış kerim amca bunca zamandır burya yerleşip yerlisi oldum beyfendi şu gördügün binalayda her,birinde bi istihbaratçı,bi keskin nişancı va'dır başkomutan olaraktan komutunuzu bekliyoz TiT elemanları beyfendiyi ilk kez takım elbiseli ve kıravatlı görünce Afrin'den konuta dönüşte konvoylan ugurlamışlay kerim amca beyefendi anlaşılır manada "Gazi" ünvanını haketti beyefendiye önerdim siz zaten Şehit'i olan Gazi'siniz.şehit'inizin anısına kabul edin hiç olmazsa aramızda sizi bögle analım" desede beyfendi o ünvan sadecene Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e aittir ve'de ögle kalmalıdır.o şehit'in intikamı ibretlik alınacak onniçin burdasınız mevzilerinizi güçlendirin ben demokrat partinin,böyük Türkiye partisinin,Adalet partisinin,Dogruyol partisinin,bi atlıspor kulubü üyeligimde var,kırat'In degişmeyen süvarisiyim,sorun,soruşturun benim bugüne kadar at degiştirdigimi at'tan düştügümü gören olmuşmu hayatta üç şeyi bilcen bir Türk olunmaz,dogulur iki Feneybahçeli olunmaz dogulur,üç süvari olunmaz dogulur hepsi bende mevcut siz,ben kıbrıs barış harekatında bulundugum ülkeden ülkeme dönmek için o saat,o dakka,o saniye,o sanise büyükelçilige koşan ülkemin hava sahası kapalı oldugu için üç gün hava limanlarımız açılacak diye hava limanlarında banklarda yatan hava limanları açılınca ülkeme koşan adamım,buket babası bilir "ben dogdum o minnacık ellerime şanlı Türk bayragını tutuşturmuşlar,ben ninni bekliyom ninni yok ne var,bizim lambalı radyo istiklal marşı,benim telefonlarımda çalan harbiye marşı,Fenerbahçe marşı vardar ovası vb.çalıyo o vakitler bebe bezi icadedilmemiş yok,beni sarı,laci kundaklamışlar kim bu bölücü dürtmeler pkklı dürtmesi terör estiren çete o hötverenligin oskar ödüllüsü cani,vicdansız katil #kaanyılmazer inbesinin sen beyefendi kan çıkmaz diyon ama karısı #serpilyılmazerin,#serapkarabıyık lagım faresi olospunun kan çıkacak biyerlerini bul kanlı çarşaflarını istiyom iki kız bi oglanın kanlı çarşafını istiyom kızları üçleyebilin siz işinize bakın,keskin nişancıları artırın mevzilerde tahkimat yapın hergün denetimdeyim" dedi diyo,mevzilerde tahkimat yapılıyo. Millet,Google görsellerde yagmur çiseliyodu ay şindik dolu,dolu yagıyo. usulcana,usulcana kan lapa,lapa oyalayına,buyalayına anacıklarının ön bahçeleyine kar yagcak yagcak kahpeler belasını bulcak..kaan yılmazer,serpil yılmazer,serap karabıyık ay şindik gülüyom.Bizim Afrin hafiften top atışlayıylan başladı TiT titreten komandolar sınıyda birlikleri teftiş eden beyfendiden emir bekliyo teröristlere can,ciger yakanlara ölüm. Google'a yükledigin resimler küçük diyenler ay sizde bişey bilmiyonuz resme tıkla sonracıgıma resmin açıldıgı yerde sag taraftaki uyarılara bak en üstünde "Git" yazan dügmeye tıklıyon hızlı trenle resmin orjinaline gidiyon ama onlar zamanla büyüycek bitte bekleyiniz.. Sist,sist yerinde gozum olan mudurum ilker Alptekin niredesin telefonlar cekmiyo,dusuyo beyefendi vakfin,zatiallerin avukatlan sabah adliyede olacak kerim amcanin ordan al beyefendi "kusbeyinli buket kizim bul o salagi bu nasil benzin almak arazi oldu" diyo,baska seyde diyo burya yazmiyom bu hafta atis talimi var TiT titreten komandolar ucar birlikler,yuzer birlikler k9 kopekleri sabirsiz hedef "bizim Afrin" haberin vami "Gez goz arpacik,tetik" tez vakitte beyefendiyi al,babama selam eder ellerinden operim. Bizim millet bana diyonuzki Google'a yükledigin degmesin yaglı boya eserlerin bazı yerlerde küçük çıkıyo e-kolay gözlernizin içine sokar gibi büyütüyom bunlay öncü birlikler Tugaylay,kolordulay,ordulay arkadan gelcek bunlay #kamuyönetimini,#kamuoyunu habeyleyden,habeyday etme çalışmalayı.. Hepiniz a,aa,aaa ay,ayy,ayy bunlayın çekmedigi kalmamıştı ay şindik çok şüküy bitirdiler Allah muaffak etti diycegniz..Bizde herbişey gösterte,gösterte ceset torbalayı hazıy beyfendi "benim kahraman polisimi meşgul etmiyelim torbalaya doldurup alo,aloo,aloo pek kıymetli sayın.müdüy beyfendi,müdüy beyfendi bitte şu leşleri alabilinizmi pis,pis kokuyolar,biz şeyettik diycez" diyo. Biricik kizi Buket Turkay,Adalet hanim adalet bina ederim,adalet tesis ederim. Bu paylaşım bi süye sonya kendi,kendini imha edcektir,sadecene bilgiii..1 oskar istiklalm,karar,helallik

5 Ocak 2012 Perşembe

(1/4) VATAN SANA,CANIM FEDA!SEVGI ILE YOGRULMUS BIR ASKERIN HIKAYESI.BUKET TURKAY









BİRİNCİ BÖLÜM
VATAN SANA
CANIM FEDA
Adınız tek
Adınız bir milletle ayakta
Kimi Vatan der
Kimi Mehmetçik
Yaşamanız bu toprakta...
(Fazıl Hüsnü DAĞLARCA)
Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk; onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz. ATATÜRK
Bilgi insanı kuşkudan, iyilik acı çekmeden, kararlı olmak da korkudan kurtarır. KONFÜÇYÜS
GÜLE GÜLE OĞLUM
Tam terminalden çıkarken, onun da gözlerinden birkaç damla yaşın usulca süzüldüğünü gördüm...
Ağlıyordu kadın. İhtiyar elleriyle yüzünü gizleyerek ağlıyordu. Belli ki, annesiydi. Parmaklarının arasından bakıyordu oğluna. Gurur ve ayrılık, iç içeydi bu bakışlarda. Yürek dolusu bir sevgi, bir hayranlık vardı. “Onu ben doğurdum, ben büyüttüm!” der gibiydi. Öylesine içten, öylesine sıcaktı ki, daha iyi görebilmek için yapıştım otobüsün camlarına. Şu köşedeki, kır saçlı, alnı kırışıklarla dolu, yüzü güneşten yanmış adam da babası olmalıydı. Dizlerinin üzerine çökmüş, duvara yaslanmıştı. Biraz sonra oğluna vereceği bavula sımsıkı sarılmıştı. Sıcak bir yaz günüydü. Güneş tam tepedeydi.
“En büyük asker bizim asker!”
Terminal bu sesle yankılanıyor, halaylar çekiliyor, arkadaşları arasında öpülüp koklanan asker adayı havalara fırlatılıyordu. Ellerindeki ay yıldızlı bayrağı sırayla dudaklarına götürüyor, alınlarına dokunduruyorlardı. Sağdan, soldan sesler geldikçe ateşleniyor, nispet yaparcasına daha çok bağırıyorlardı. Güleç yüzlü insanlardı. Kim bilir, ortak ne çok hatıra paylaştılar! Dost bazen kardeşten öteydi.
Davulcu babayiğit bir adamdı. Göbeğinin ortasına yerleştirdiği davula olanca gücüyle vuruyor, pala bıyıklı, çelimsiz zurnacı da gözlerini kapamış, havaya, ezberlediği nağmeleri üflüyordu. Birbirlerine yakışmışlar, iyi bir ikili olmuşlardı. Yanakları balon gibi şişen zurnacı, kırmızı gömleğine iliştirilmiş bahşişlerden birinin uçuşarak yere düştüğünü görmedi. Çocuklardan önce davranan davulcu, parayı kaptı ve nasılsa paylaşacağız düşüncesiyle hemen cebine koydu.
Eş, dost, arkadaş, akraba elbirliğiyle yolcu ediyorlardı Mehmetçiği. Acaba; “Oğullarını, askere sanki düğün yapıyormuş gibi davul zurnayla uğurlayan başka bir millet var mı?” diye meraklandım. Yıllar öncesine gittim. Ben de böyle asker olmuştum. Oğlumu da böyle göndermiştim askere. Bizim için de zor olmuştu ayrılık. Rahat bir çocuktu. Annesi biraz fazla düşerdi üstüne. “Yapma hanım, bırak şu oğlanı da öğrensin artık sorumluluklarını!” diye söylenir dururdum. Gönlümce yetiştiremediğimi, iyi şeyler veremediğimi düşünürdüm.
Annesine kalsa, kışlasının kapısına kadar uğurlayacaktı; ama oğlum istemedi ve “Ben çocuk muyum anne, ben artık askerim!” dedi. Ziyaretine ilk gittiğimizde, karşımızda çakı gibi durup da verdiği selamı hiç unutamam. Eşim bana dönmüş, “Bu, şimdi benim oğlum mu?” diyordu.
Önce, geniş bir alana dizildiler. İstiklâl Marşımız bayrak bayrak dalgalandı gökyüzünde. Binlerce askerden, anneden, babadan selam götürdü yıldızlara:
“Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak
O benimdir, o benim milletimindir ancak...”
Silâha, bayrağa ve birbirlerine gururla sarılmışlardı. Dikkatle baktığım halde aralarındaki oğlumu seçemiyordum. “Sen görüyor musun hanım?” dedim. Koluma daha bir sıkıca tutundu ve “Ne fark eder, şimdi hepsi de bizim oğlumuz!” dedi.
Sonra, yemin töreni yapıldı. Duramadım yine yerimde, fırladım ayağa. Bütün satırları içime sindire sindire onlarla birlikte tekrarladım:
“Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada, her zaman ve her yerde, milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu, Türk Sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine and içerim!”
Sokuldum en yakındaki Mehmetçiğe, sordum; “Nedir bu yeminin anlamı?” Siyah, hilâl kaşlarının altındaki gözleri çakmak çakmak yandı ve dedi ki:
“Askerin;
Mesleğine yürekten bağlanışıdır.
Teminatı; şeref,
Bedeli de;
Gerektiğinde uğrunda ölmektir!..”
Nasıl da sarılmıştım ona uzunca bir süre. Önümüzden sıra sıra geçtiler. Bir toz bulutu kalktı ve her adımda; “Vatan... Sana... Canım... Feda!” “Her... Türk... Asker... Doğar!” nidalarıyla inledi dağ taş. Gurur duymuştum oğlumla. Askerden döndükten sonra bambaşka biri olacağını, daha o an anlamıştım. Utandırmadı beni. Her hareketiyle olgun bir insan artık...
–İyi günler, oturabilir miyim?
Öylesine dalmıştım ki, bu ses beni kendime getirdi. Yol arkadaşım olmalıydı. Hemen toparlandım:
–Tabii, buyurun.
O otururken dikkat ettim. Biraz önce arkadaşlarının elleri arasında havalara fırlatılan delikanlıydı bu! Kendisini uğurlamaya gelenlere el sallıyordu. Mutlu görünen güzel bir yüzü, kısa saçları ve koyu kahve gözleri vardı. Otobüs ayrılıncaya kadar salladı elini. Tam terminalden çıkarken, onun da gözlerinden birkaç damla yaşın usulca süzüldüğünü gördüm. Yakmaya başlamıştı ayrılık acısı. Bunca kalabalıktan sonra yalnızlık hissetmişti. Koluna dokundum:
Türk Milleti’nin yüce ideallerinin gerçekleşmesi için kahraman asker evlatları hep önde gidecektir. ATATÜRK
Dünyanın hiç bir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. ATATÜRK
Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. ATATÜRK
Türk Milleti güçlükleri; milli birlik ve beraberlikle yenmesini bilmiştir. ATATÜRK
Eğitimdir ki, bir ulusu ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır, ya da bir ulusu esaret ve sefalete terkeder. ATATÜRK
Cumhuriyet sizden “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür “ nesiller ister. ATATÜRK
Okul genç beyinlere; insanlığa hürmeti, millet ve memleket sevgisini, şerefi, bağımsızlığı öğretir. ATATÜRK
Denilebilir ki hiçbir şeye muhtaç değiliz, yalnız tek bir şeye çok ihtiyacımız vardır; çalışkan olmak. ATATÜRK
Hayatın her çalışma safhasında olduğu gibi, özellikle öğretim hayatında disiplin, başarının esasıdır. ATATÜRK
Uygarlığın, ilerlemenin ve güçlülüğün temeli, aile yaşamıdır. ATATÜRK
Hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası, milli egemenliktir. ATATÜRK
Yarınlar yorgun ve bezgin kimselere değil, rahatını terkedebilen gayretli insanlara aittir. ÇİÇERO
Bilgi insanı kuşkudan, iyilik acı çekmeden, kararlı olmak da korkudan kurtarır. KONFÜÇYÜS
Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk; onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz. ATATÜRK
–Hayırlı teskereler tertip!
Nemli gözlerini silip, döndü:
–Ben askere gidiyorum!
Gülümsedim:
–Anladım, tebrik ederim!
Bu defa bakışlarında şaşkın bir ifade belirdi:
–Tebrik mi? Beni mi?
–Seni tabii ki! Öyle her babayiğidin harcı mı Türk Ordusu'nun Askeri olmak!
Yutkundu... Bir iki saniye öylece kalakaldı. Ardından, yanık bir türkü söylercesine dokunaklı çıktı sesi:
–Ah! Bir de şu gurbet olmasa!
–Varsın olsun delikanlı, memleketin içi gurbet mi sayılırmış? Kışla bizde evdir, yuvadır askere. Hem de “Bir kültür ve sanat ocağıdır.” Güle güle git, güle güle gel.
Cevap vermedi, başını salladı ve sustu. Bir kez daha kalanlara doğru baktı...
Onu kendi yoğun düşünceleriyle baş başa bırakmak istedim. Kitabıma uzandım. Henüz birkaç sayfa okumuştum ki, hüzünlü bir sesle sordu:
–Ne okuyorsunuz?
Biraz gergindi. Belli ki, rahatlamaya ihtiyacı vardı. Sohbet edersek heyecanı azalır diye düşündüm:
–Savaşı anlatan bir kitap okuyorum. “Yaşamla olan savaşımızdan!” bahsediyor. Siz okudunuz mu?
Başını “Hayır!” anlamında salladı.
–Ben bitirmek üzereyim. İsterseniz yolculuk boyunca okuyabilirsiniz. İnsanlara, “Mutluluğu, coşkuyu, farkına ve tadına vararak yaşamanın yollarını...” anlatıyor.
Aklı biraz karışmıştı. Radyodan gelen hareketli müziğin ritmine ayak uyduruyor, dizlerini sallıyordu.
–Ben zaten coşkulu yaşıyorum. Boş zamanım yok. Tarlada tapandayım, çalışıyorum, geziyorum, arkadaşlarla futbol oynuyorum. İşimde gücümdeyim.
Galiba yanlış anlamıştı. Elimi uzattım:
–Ben Metin Yılmaz, emekli ziraat mühendisiyim.
–Benim adım da Mustafa, memnun oldum.
–Ben de memnun oldum delikanlı. Nerede yapacaksın askerliği?
–Acemi birliğime gidiyorum, Zırhlı Birlikler, Ankara.
–Heyecanlı mısın?
–İlk defa ayrılıyorum evden, biraz da korkuyorum!
–Neden korkuyorsun?
–Disiplinden, askerlik çok zormuş!
–Mesleğin ne?
–Çiftçiyiz, hayvanlarımız da var.
–Öyleyse ağaçları bilirsin, tanırsın!
–Birçok ağaç diktim ben.
–Peki, hiç kabuksuz ağaç gördün mü?
–Görmedim, kabuksuz ağaç olur mu?
–Olmaz tabii! İncecik bir kabuk. Ama o kabuk, ağacın elbisesidir. Hava ve topraktan aldığı tüm gıdanın, dallarının en ucundaki meyveye kadar ulaşmasını sağlayan şey, işte o incecik kabuktur. Bir ağaç için kabuğun önemi neyse, bir asker için de disiplinin önemi odur. Çünkü disiplin de askerin elbisesi, üniformasıdır. Ağaç kabuğundan korkar mı ki, asker disiplinden korksun Mustafa?
Sustu, başını eğip yere baktı. Yakında o da alışacaktı disipline. Aklıma, yıllar önce Kore’de esir düşen askerlerimizin, zor şartlara rağmen aralarındaki komuta zincirinin kırılmasına izin vermeyişleri geldi. Hiçbir zaman gevşemeyen bu disiplin, hayatta kalmalarını sağlamıştı. Hasta ve yaralılarını kaderlerine terk etmiyor, “Siz kendi sağlığınızı düşünün, güçsüzlerle uğraşmayın!” telkinlerine de kulak asmıyorlardı. “Yemeklerini eşit dağıtıyor, aç gözlülük ya da aslan payı nedir, bilmiyorlardı. Onları birbirine düşürmeye çalışan Çinli kamp komutanına tek kurtuluş yolunun disiplin olduğuna inanan Türk subayının verdiği cevap ilginçti;
–Bizden ne istiyorsanız, önce bana söyleyin. Takibini ben yaparım. Beni aradan çıkartabilirsiniz; ama kontrol yine de size geçmez. İdareyi benim bir astım, sonra da onun astı alır. Bu, ortada iki er kalıncaya kadar böyle devam eder. O zaman da emri, kıdemli olan verir. Boşuna uğraşmayın...”
BİLMEMEK AYIP
DEĞİL
Yıllar geçmiş, olmamıştı çocukları. Ayrılmayı bile düşünmüşlerdi; ama çok seviyorlardı birbirlerini...
Otobüste çay ve meşrubat servisi başladı. Görevli genç, birer tane de kek bıraktı bize. Ben çay istedim, delikanlı meşrubat aldı.
Konuşmalarımızın, ilgisini çektiğini hissettim. Bakışları merak doluydu. “Bilmiyorum!” demekten çekinmiyordu. Kitap okumaya pek fazla vakit ayıramadığı belliydi. Bununla birlikte, saygılı ve öğrenmeye arzulu görünüyordu. Belki de fırsat bulamamıştı. Onu daha yakından tanımak istedim:
–Evli misin Mustafa?
–Evet, bir ay sonra da çocuğum olacak.
–Tebrik ederim. Sağlıkla doğar inşallah. Sahi, kaç yaşındasın sen?
–Dün doğum günümdü. Yirmi yaşına girdim.
–Biraz erken değil mi çocuk için!
Canı sıkılır gibi oldu. Alnını ovuşturup, gömleğinin yakasını gevşetti ve şikâyet edercesine söylendi:
–Oldu işte!
–Bunda utanılacak ne var Mustafa?
–Bu konular bizim evde pek konuşulmaz. Aslında bize yakın sağlık ocağı da var. Eşim annemden biraz çekindiğinden gitmek istemedi.
–Doktora gitmekten utanılmaz ki! “Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp!” Bundan sonra dikkat edin bari. Al eşini, götür ebeye, doktora. Sorun, konuşun, öğrenin, planlayın hayatınızı. Bunda çekinecek ne var? Hem sen, biraz da erken evlenmişsin!
–Bizim buralarda erken sayılmaz. Ben en küçüğüm. Altı tane de ablam var. Babam, “Erkek isterim!” diye tutturmuş. Sayımız artınca da her şey daha zor olmuş tabii. Allah’ın verdiği can alınmaz demişler, öncesinde tedbir almayı da hiç düşünmemişler! Annem benden sonra hastalanmasa kim bilir kaç kardeşim daha olurdu. Zor yetiştirmişler hastaneye. Doktor sinirlenmiş; “Bu kadın bir daha doğurursa ölür ve çocuklar da annesiz kalır!” demiş. Yine de zor iknâ olmuş babam.
Şöyle biraz duraklayıp bir şeyler düşündü. Sonra derin bir nefes alıp devam etti:
–Ablalarım, doğru dürüst okuyamadan evlenip gittiler. Aslında babam çok istedi beni okutmayı. Baktım hem yalnız kalmış, hem de yaşlanmış. Üstelik de tarlada çok iş var. Lise ikide bıraktım okulu, sonra da evlendim.
“Bıraktım!” derken sesini garip bir hüzün kapladı. Anladım ki varmış okumaya isteği; ama olmamış.
–Üzülme, askerden döndükten sonra da okuyabilirsin. En azından diplomanı alırsın.
–Belki! Hele bir döneyim askerden. Daha on beş ay var. Ben, sonrasını düşünüyorum.
–Bakma öyle çok göründüğüne. Göz açıp kapayıncaya kadar çabuk geçiyor zaman. Askere gidişimi, dün gibi hatırlarım. Bunca seneye rağmen komutanlarımın isimlerini bir bir sayarım. Hele üzerimde emeği olanları hiç unutmam. Çok şey öğrendim askerde. Askerlik yapmayana kız bile vermezlerdi eskiden. Çünkü askerden gelen, çocukluktan sıyrılır, olgunlaşır, adam olurdu.
Mustafa’nın bu son cümleye biraz içerlediğini hissettim. Yüzü asılmıştı. Hemen aldım gönlünü:
Türk Milleti’nin yüce ideallerinin gerçekleşmesi için kahraman asker evlatları hep önde gidecektir. ATATÜRK
–Kızma hemen Mustafa! “Askerlik vatan borcudur!” Bu borç ödenirken, delikanlı, hayatın gerçeklerini daha yakından tanıma fırsatı bulur ve kendisiyle yüzleşir. Gerçi, bir insanın karakteri, yirmi yaşına kadar iyice belirginleşir; ama askerlik ona kendi doğrularını kontrol etme fırsatı verir. Çocukluktan beri, aile, arkadaş ve yaşadığı çevreden aldıklarını, başkalarının tecrübeleriyle karşılaştırma şansı verir.
Otobüs ilerliyordu. Şehirden çıkmak üzereydik. Çayımdan bir yudum daha aldım. Kız kardeşim Ülkü ve eşi birkaç yıldır burada görev yapıyorlardı. Onları ziyarete gelmiştim. İkiz yeğenlerimi görmek büyük mutluluk vermişti bana. Yıllar geçmiş, olmamıştı çocukları. Ayrılmayı bile düşünmüşlerdi; ama çok seviyorlardı birbirlerini. Karşılıklı anlayış gösterip, sabrettiler. “Tıp çaresini bulur.” dediler. Sonunda erdiler işte muratlarına. Şimdi dünya güzeli iki kızları var. Hiç düşürmüyorlar kucaklarından.
Yol, yemyeşil ağaçların süslediği dağların eteklerinden uzayıp gidiyordu. İnsanlar, arabalar yokken bu yolları nasıl gidip geliyorlar, nasıl göze alıyorlardı yolculukları? Yoksa biz mi rahatlığa alışmıştık? Ben böyle düşünürken, şoförümüz sert bir fren yaptı. Karşıdan gelen bir kamyon hatalı sollamış, diğer kamyon da buna izin vermeyince yol kapanmıştı. Şoförün hemen arkasındaki koltuklarda oturuyorduk. Onun suçu yoktu. Hızlı gitmiyor, kurallara dikkat ediyordu. Nihayet kamyonlar inadı bıraktılar ve kendi yollarına girdiler. Tam yanlarından geçerken Mustafa söylendi:
–Metin Ağabey, gördün mü şunların yaptıklarını?
Dünyanın hiç bir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. ATATÜRK
–Evet, Mustafa, cahillik işte! İnsan, bir anlık hatasının başkalarına da zarar verebileceğini hiç unutmamalı!
Şoförümüz kamyoncuların arkasından lâf yetiştiriyordu:
–Herkes işini iyi yapsın! Ne diye gitmezsin sana ayrılan şeritten? Neler neler görüyorum ben bu yollarda! Arabasına sarhoş binenleri, olmadık yerde sollayanları, işaretleri, ışıkları umursamayanları, yolları yarış pisti zannedenleri ve daha niceleri... Hepsinin de sonu, acıyla bitiyor!
Bir sürücü kursunda ders veriyormuş gibi devam etti:
–Hiç mi gazete okumuyor bunlar? Hiç mi televizyon seyretmiyor? Gün geçmiyor ki trafikten ölümlü bir habere rastlamayalım. Her yıl binlerce insan bu yollarda veriyor son nefesini ya da sakat kalıyor. Sanki bir savaştayız! Yine de ders almıyorlar. Benim de kamyoncu arkadaşım var; ama böyle şeyler yapmıyor. Yorulmuşsa eğer, çekiyor bir tarafa, dinleniyor. Evinde çocuklarının ekmek beklediğini, karısının da kulağı kapıda, hasretle yollarını gözlediğini hiç unutmuyor...
VATAN BORCU
“Şampiyon biz olacağız!” diyordu. Futboldan bahsediyorlardı. İyice havasına kapılmışlardı...
Mustafa yeniden bana döndü:
–Metin Ağabey zor geçecek askerlik, zor geçecek on beş ay!
Bu küçük cümlede çok şeyler saklıydı. Hiç şüphesiz, bildiklerinin başarmak için yeterli olup olmadığını merak ediyordu. Gülümsedim:
–Zor geçecek; ama çok şey öğreneceksin.
–Yeni şeyler mi? Yapabilecek miyim?
–Elbette yaparsın. Hem de en iyisini, en güzelini yaparsın. Yeter ki severek, isteyerek, benimseyerek yap. Ya günleri sayacaksın bir bir, geçsin ve bitsin diye ya da bileceksin kıymetini her dakikanın, değerlendireceksin. Bu kural hiç değişmez. Askerde de, sivilde de her zaman aynı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, bu ülkenin geleceğini boşuna mı siz gençlere emanet etti Mustafa?
–Hayır, Metin Ağabey, bize güveniyordu.
–Evet, size güveniyordu. Çünkü ülkenin genç fidanları sizler; vatan ve millet sevgisiyle beslenip boy attıkça, sizden sonra gelen nesil de aynı sağlam temellerle ülkemizi koruyup, kollayacaktı.
Mustafa’nın, böylesine bir güvene lâyık görüldüğü için duyduğu mutluluk, yüzünden okunuyordu. Biraz kibirlice konuştu:
–Atatürk büyük adammış. Sanki arabanın farı gibi. Her zaman yolu o aydınlatıyor. Biz o yoldan rahat rahat ilerleyebilelim diye. Kime inanacağını da iyi bilmiş, doğru karar vermiş. Tabii ki bize güvenecek.
Onun bu mutluluğunu ben de paylaştım. Gözlerinin içine baktım:
–Biliyor musun delikanlı; “Öğüt vermek kolay, örnek olmak zordur!” Mustafa Kemal, Kurtuluş Mücadelemizin meşalesini yakmak için Samsun’a çıktığında henüz otuz sekiz yaşındaydı. Yanında ise sadece inanç dolu yüreği ve heyecanları vardı. Ama o, en uzun yolların bile ileriye atılan ilk küçük adımla başlayacağını biliyordu. Göze alamayan ve inanmayanlar, “Başaramazsın!” dediler. Onlara, “Başarı; başaracağım diye başlayanın ve başardım diyebilenindir!” diye cevap verdi. İnandı ve başardı. Bu başarının emanet ve devamını da size yani her zaman güvendiği Türk Gençliği’ne bıraktı. Silâh arkadaşlarından Kılıç Ali, hatırasında şöyle yazar;
“Hatay konusunda sıkıntı yaşanan günlerden birinde yemekli bir toplantı yapılıyor ve Gazi, Fransız yetkiliye içini döküyordu:
–Hatay işi benim kişisel davamdır. Üzülüyorum! Korkarım ki; beni, meseleyi başka türlü halletmek zorunda bırakacaksınız.
Arka masalarda oturan bir genç bu sözleri duyar duymaz ayağa fırladı ve sesi salonda yankılandı:
–Korkma Atam, arkanda biz varız!
Mustafa Kemal, başını, sesin geldiği yere çevirdi. Yüzü gerilmiş, kaşları çatılmıştı. Oradakiler, Gazi’nin delikanlıya sinirlendiğini düşünüp sustular. Mavi gözlerini gence dikti ve şöyle dedi:
–Biliyorum çocuğum, onun için böyle konuşuyorum...”
Mustafa yine keyiflendi, yine mutlu oldu:
–İşte gördün mü, ben demedim mi o bize güveniyordu diye?
–Evet, Mustafa, çok güveniyordu siz gençlere. Dumlupınar’da da şöyle sesleniyordu:
“Gençler! Cesaretimizi artıran ve sürdüren sizsiniz. Almakta olduğunuz terbiye ve irfanla insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kuvvetli timsali olacaksınız. Ey yükselen yeni nesil!.. Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yüceltecek ve yaşatacak olan sizlersiniz.”
–Sen de kendine güvenmelisin delikanlı. Bu sağlam temeller, içinde bir yerlerde saklı. Hiç düşündün mü, onları ortaya çıkarmayı? Hiç düşündün mü, ne var onların özünde?
Düşünüyormuş gibi yaptı. Bardağından bir yudum aldı ve cevabını tok bir sesle verdi:
–Ben kendime güveniyorum Metin Ağabey. Öyle kolay kolay kimse bükemez kolumu. Sırtımı yere getiremez. Şöyle bir sarıldım mı adamın beline, iki büklüm yaparım evelallah! Çok azdır yere çarpamayacağım kişi...
Yine yanlış anlamıştı:
–Gerçi ben bunu kastetmemiştim; ama neyse. Bir insanın başka güçleri de vardır içinde. Bu güçleri harekete geçirecek vazifeleri vardır. Arayıp, bulalım mı senle bunları?
Bu defa kendinden daha emindi:
–Ben buldum bile Metin Ağabey, her şeyden önce asker vatanını sevmeli.
Eksiği olsa da yaklaşmış sayılırdı. Elimi elinin üzerine koyup, parlak kahverengi gözlerinin içine baktım:
–Haklısın Mustafa. Sadece küçük bir yanlışı düzeltmeliyim. Bence asker değil, insan demelisin. Çünkü vatan; sadece askerin değil, bütün bir milletin vatanıdır. Bu topraklar bize dedelerimizden yadigârdır. Biz bugün bu topraklar üzerinde özgürce dolaşabilelim, havasını tadına vararak soluyabilelim diye onlar savaştılar, yaralandılar, şehit düştüler.
Birden, şoför söze karıştı. “Doğru söylüyorsun beyefendi. Benim rahmetli dedem de İstiklal Harbi’ne katılmış, esir düşmüş, gazi olmuş. Bizler çocuktuk. O başından geçenleri anlatmaya başlayınca merakla dinlerdik.” dedi.
Belli ki, daha söyleyecek çok sözü vardı. Sohbete katılmak, içini dökmek istiyordu. Oysa koltuğunun hemen üzerinde “Lütfen şoförle konuşmayınız!” yazılı küçük levha sallanıp duruyor, bize onu meşgul etmememiz gerektiğini hatırlatıyordu. Mustafa ile bakıştık ve karar verdik. Artık daha sessiz konuşacaktık. Kulağıma doğru eğildi:
–Aklım karıştı benim. Bak işte vatana borcumu ödemeye gidiyorum. Hayırlısıyla ödeyeceğim de. Benim görevim on beş ay sonra bitmeyecek mi?
Mustafa pek çok gencimizin farkına varmadan düştüğü tuzağın içindeydi. Askerlik çağına gelmiş her Türk genci için askerlik elbette vatan borcuydu; ama bu borç bir diyet değildi. Askerlik bitince de görev sona ermiyor, belki de yeni başlıyordu. Bunu ona nasıl açıklayabilirim diye düşünürken, karşı koltukta yalnız oturan hanımefendi benden çabuk davrandı:
–Hiç olur mu öyle şey delikanlı? Bak ben yirmi yıllık öğretmenim. Bir erkek için askerlik, çeliğe su vermektir! Hayata yeniden başlamak demektir. Ben hep böyle anlattım kız erkek bütün öğrencilerime. Bugün götürseler hiç düşünmem, seve seve giderim. Elbette senin de görevin askerlikle bitmeyecek. Dönüşünde birçok zorlu sınav seni bekliyor olacak. Kolay mı; iyi bir aile reisi, iyi bir komşu, iyi bir üretici, iyi bir yurttaş, iyi bir insan olmak?
Sonra bana eğildi:
–Özür dilerim, söze karıştım. Engel olamadım kendime.
Orta yaşlı, gözlüklü, sarışın, zarif, bakımlı ve güzelce bir hanımdı. Kaşlarını çatarak Mustafa’ya yeniden döndü:
Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. ATATÜRK
–Bak oğlum, sen delikanlısın. Delikanlılık; yürekliliği, gözü pekliği, sınırsız gücü ve coşkuyu anlatır. Bütün bunları kullanabilmen için de bazı değerlerin farkına varman gerekir. Gençlik; bir ulusun varlığının temel taşı, dinamik gücü ve geleceğinin güvencesidir. Sizler, bir ovayı sulayan ırmak gibisiniz. Eğer bu ırmağın akışı düzenlenir, kanallarla ovaya salınırsa verimi artırır, toprak bol ürün verir, yararlı olur. İlgilenilmez, yön verilmez, kendi haline bırakılırsa, vay geldi halimize!
Tane tane, öyle güzel konuşuyordu ki, Mustafa ve ben onu hayran hayran dinliyor, anlattıkları hiç bitmesin istiyorduk. Çantasından iki kırmızı elma çıkarıp bize uzattı. Bu elmalar bana; Kurtuluş Mücadelemizin öncü ve ileri karargâhlarından Amasya’da; “Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir. Milletin bağımsızlığını, yine milletin azmi ve kararı kurtaracaktır!” imzası atılırken Mustafa Kemal’e ikrâm edilen elmaları hatırlattı. Uzanıp aldık. Nâzik hanım da içten bir gülümsemeyle sürdürdü konuşmasını:
–Öğretmenler hep böyledir işte. Bana kızmıyorsunuz değil mi? Hadi tatlı yiyin, tatlı konuşun. Ben de susayım artık.
Mustafa hemen atıldı:
–Hayır, hayır! Daha anlatın.
Aslında bu sohbetin koyulaşmasını ben de istiyordum. “Lütfen devam edin.” dedim.
Gözlüğünü çıkardı, camını temizleyip tekrar taktı. Büyük ve mavi gözleri vardı. Sınıfındaki öğrencilere bir şeyler öğretebilmenin heyecanıyla aynı duygular içerisindeydi. Derin bir nefes alıp devam etti:
–Ne güzel bir vatanımız var. Sanki cennetten bir köşe. Oysa üzerinde yaşayan bizler bazen ona haksızlık ediyor, görevlerimizi tam yapmıyoruz! Nüfusumuzun, neredeyse, yarısı gençlerden oluşuyor. Yeni kurulacak aileler, Türk toplumunun temeli olacak. Bu yüzden onlara çok iş düşüyor.
Mustafa, başını onaylar anlamında sallıyor, öğretmen hanımın anlattıklarını ilgiyle dinliyordu. Bu durumdan hoşlanmıştım. Öğrenmeye karşı içtenliği, saygı uyandırıcıydı. Oysa zamanımızda pek çok genç, bildiklerinin yeterli olduğunu düşünüyor ve kendisine anlatılan tecrübeleri umursamıyordu. Birkaç küçük cümlesiyle bile bizi derinden etkileyen bu hanımla tanışmak istedim:
–Ben Metin, asker adayımız da Mustafa.
Uzandı nazikçe ellerimizi sıktı.
–Benim adım da Nermin, memnun oldum.
–Biz de memnun olduk Nermin Hanım. Sizi dinlemek bir zevk. Kelimeler, sizinle başka türlü bir anlam kazanıyor. Lütfen anlatın düşüncelerinizi.
Mutlu oldu. Etrafına bakınıp, kimseyi rahatsız etmediğine emin olduktan sonra aynı içtenlikle devam etti:
–Biraz önce delikanlının disiplinden çekindiğini duydum. Buna hiç gerek yok. Çünkü kurallar her yerde vardır. Önemli olan kuralların mantığını kavramaktır. İnsan, toplumun koyduğu kurallara uymak zorundadır. Yalnız yaşamıyor, hayatlarımızı paylaşıyoruz. Davranışlarımızdaki uyum, toplum düzenini sağlar. Bu kurallar, insanın doğumundan itibaren başlar ve hayatımız boyunca da devam eder. Ancak kuralların uygulandığı toplumlar güvenli, huzurlu ve mutlu olabilirler.
Mustafa’ya doğru döndü:
–Askerliğini yaparken belki sen de bazı kuralları eleştireceksin; ama kısa bir süre sonra göreceksin ki bu kurallar başarı çarkının dişlileri. Her biri diğerine bağlı çalışıyor ve diğerini yakından etkiliyor.
Bu arada, öğretmen hanımın hemen arkasındaki koltuklarda iki bey hararetle tartışmaya başladı. Konuşmalarından, Karadeniz yöresinden olduğu belli olan; “Şampiyon biz olacağız!” diyordu. Konu futboldu ve iyice havasına kapılmışlardı. Diğeri, İstanbul takımlarından birini destekliyor ve nedenlerini anlatıyordu. Taraftarı oldukları takımın başarısını, kendi başarıları olarak yorumluyorlar, aksine de tahammül edemiyorlardı! Nihayet sakinleştiler. Nermin Öğretmen, birbirlerine sırtlarını dönen bu iki kafadara bir kez daha bakarak konuşmasına devam etti:
–Ne diyordum Mustafa? Evet, görevlerimizi anlatıyordum. Askerlik bitince de görevin sona ermeyecek elbette. Hak ve sorumluluklarını daha iyi öğrenecek, daha iyi uygulayacaksın. Elbette ki, insanlarını hak ve sorumlulukları konusunda iyi eğitebilen ülkeler her zaman huzur içinde yaşar ve her zaman daha da güçlenerek gelişir.
Mustafa gözlerini kıstı, alnı hafifçe kırıştı. Dikkatle dinlediği belli olsun istiyordu. Öğretmen derin bir soluk daha aldı:
–Biliyorum, öğüt verir gibi konuşuyorum; ama ne yapayım, tutamıyorum işte kendimi. Geleceğe umutla bakabilmek ve içinde bulunduğumuz coğrafyada, dimdik ayakta kalabilmek için haklarımızı, görevlerimizi ve kuralları iyi bilmeliyiz. Bunun aksini düşünmek bile istemiyorum. Diyelim ki; kuralları bir tarafa bıraktık. Mesela; “Trafik kuralları!” Bütün uyarı işaretlerini, yol çizgilerini, yaya geçitlerini, lambaları kaldıralım ve insanları bu konuda özgür bırakalım. Sence neler olur delikanlı?
Mustafa kendinden emin bir tavırla hemen yapıştırdı cevabı:
–Bütün trafik birbirine girer, her şey karmakarışık olur. Mesela biz, futbol maçlarımızda, karışıklığı önlemek için, kimin nerede oynayacağını önceden belirliyoruz. Herkes gol atacağım diye düşünürse; orta sahada kim duracak, oyunu kim kuracak, kaleyi kim savunacak? Hele bir de hakem yoksa birbirimize düşüyor, maçı hiç bitiremiyoruz.
Bu hazır cevap örnek hoşuma gitmişti. Gülümseyerek dokundum koluna:
–Haklısın Mustafa. Oyun da olsa kuralına göre oynamalıyız. Disiplini kaybettiğimizde onun sağlayacaklarını da kaybediyoruz. Nasıl bari, çok gol atabiliyor musun maçlarda?
–Yok ağabey, şimdiye kadar bir iki tane ancak attım.
–Hiç oynama daha iyi, nasıl golcüsün sen?
Türk Milleti güçlükleri; milli birlik ve beraberlikle yenmesini bilmiştir. ATATÜRK
–Yanlış anladın Metin Ağabey, ben kaleciyim. Kaç gol yedin dersen, sayısını bile unuttum. Bizim arkadaşlara göre zamanlama hatası yapıyormuşum. Bana göre de onlar beceremiyorlar! Top hep bizim kalede, ben ne yapayım?
Nermin Hanım inceden gülümsüyordu. Gözlüklerini çıkarıp Mustafa’ya döndü:
–Bunlar pek önemli değil. Dikkat et de zamanlama hatalarını başka işlerde yapma bari.
Mustafa göğsünü biraz gerdi:
–Yapar mıyım hiç? Mesela, tarlaya her yıl aynı ürünü ekmem, dinlendiririm onu. Ne zaman sulayacağımı, ne zaman biçeceğimi iyi bilirim. Ele güne muhtaç olmam. Bazen bana gelip bu genç yaşımda fikir bile danışırlar. Ben de kimseden esirgemem yardımı. Dilim döndüğünce anlatırım.
Böylesine akıllıca bir cevap beklemiyordum doğrusu. Şaşırmıştım. Öğretmen hanım beğenisini benden önce ifade etti:
–Aferin delikanlı. Gördün mü, işte disiplin denen şey bu. Sadece askerde değil, hayatın özünde var. Her şey belli bir kurala bağlı çalışıyor. Bu kurallar, insanın daha rahat bir yaşam sürmesi için kendiliğinden çıkıyor ortaya. Kar tanelerinin gökyüzünden birbirlerine yapışmadan indiklerini biliyor muydun? Düşünsene bir, tersi olsaydı büyük kartopları ne çok zarar verirdi bize. Her şeyde bir sistem var.
Nermin Hanım doğru söylüyordu. Ben de bunca yıl, mesleğimi hakkını vererek yapmak için, köy köy dolaşmıştım. Köylü ziraatı bilse de, yeni şeyler denemekten hep kaçınıyordu. Bazen saatlerce anlatıyor, örnekler veriyor, yine de iknâ edemediğim oluyordu. Gerçi onların da bir sistemi vardı; ama bu sistem, daha önce yapılanları taklit etmekten öteye gitmiyordu!
Babadan görme usullerle kıt kanaat, zar zor geçinip hayatlarını sürdürenler, bunu değiştirmeyi de hiç düşünmüyorlardı. Elbette bu insanların ürkekliğinde yılların birikimi de aranmalıydı. Ben her zaman onlara, iyi bir insanın önce kendi işinde başarı göstermesini ve çalışkan olması gerektiğini hatırlatırdım.
YÜREĞİ ÇİÇEKLİ
BAHÇE
“Kimi horon, kimi bar, kimi zeybek! Ama aralarında ortak bir şey vardı; Saf ve tertemiz bir yürek!..”
–Hayrola Metin Bey, nerelere dalıp gittiniz, neler düşünüyorsunuz?
Derin bir iç çektim. Nermin Hanım’ın mavi gözlerine bakıp, içimden nasıl geliyorsa, öyle konuştum:
–İyi bir vatandaş mıyım diye düşünüyorum. Acaba, bu güzel vatanın bana sağladıklarının karşılığını verebildim mi? Bu eşsiz ülkeye, nice zorluklarla kurulmuş devletime ne verebildim? Yoksa hep devlet bana mı versin dedim!
Nermin öğretmen önce hafifçe kaşlarını çatsa da sonra bunu sıcak bir gülümseme izledi. Yüzümdeki ifadeden sesime yansıyan endişeyi görmüş, hissetmiş olmalıydı.
–Metin Bey, eğer siz kendinize bu soruyu soracak kadar olgunlaşmışsanız, görevinizi de yapmışsınız demektir. Çünkü iyi insan, sorumluluklarının farkına varan insandır.
Mustafa onaylar gibi başını sallarken o da devam etti:
–Ait olduğumuz topluma faydalı hizmetler üretebildiğimiz müddetçe iyi insanız. Böylece yaptıklarımızı farkına vararak yapar, yaşadığımız toplumun bir üyesi olduğumuzu unutmayız. Sorumluluklarımızı da yerine getirmek, erdemli bir davranıştır. Çünkü bir milletin gücü, insanlarının ülkelerini, kültür değerlerini ve diğer insanları sevmeleri ile çoğalır. Düşünün bir defa; kalbinde yurt sevgisi taşımayan insan, iyi bir vatandaş olabilir mi? Vatan zorla sevdirilebilir mi? “Sana emir veriyorum, bundan sonra vatanını seveceksin!” diyebilir miyiz?
Düşündüm, elbette haklıydı. Üzerinde yaşayabileceğimiz, nefes alabileceğimiz bir ülkemiz olmasa, sevgilerin, ailenin, yaşamanın ne anlamı kalırdı? Hep bildiğimiz; ama hiç konuşmadığımız sözcükler dökülüyordu ağzından. İnsanın içini ısıtan sıcak sesini tekrar duyduk:
Eğitimdir ki, bir ulusu ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır, ya da bir ulusu esaret ve sefalete terkeder. ATATÜRK
–Vatan topraktan ibaret değildir ki, üzerine gelişigüzel yaşayalım. Boşuna “Önce Vatan!” dememişler. Bizi doğuran da, doyuran da, büyüten de odur. Bir insan düşünün; neyin uğrunda vazgeçebilir yaşamaktan? Neyin uğrunda, bir daha nefes almamayı göze alabilir? Neyin uğrunda, güzel alnına mermi yiyebilir? Neyin uğrunda, evini, barkını, çoluk çocuğunu terk edebilir? Sadece tek bir şey için; “VATAN!”. İşte vatan bu yüzden kutsaldır.
Mustafa’nın gözleri büyümüş ve yüzü yine kızarmıştı. Belli ki konuşmasının başında; “Bir bitse şu on beş ay!” dediğine utanıyordu şimdi. Başı öndeydi. Gözlerinin onu ele vereceğinden korkuyor, öğretmen hanıma bakmıyordu. Mahcup olmuş ve kendini suçlu hissetmişti.
İnsanlarımız, ne kadar güzel, ne kadar duyarlıydı. Ülkemizin her yöresinde, belki biraz başka konuşuyorduk Türkçeyi. Belki, başka türlü giyiniyorduk. Belki, yemek kültürümüz biraz farklıcaydı. Belki, başka türlü oynuyorduk düğünlerde; Kimi horon, kimi bar, kimi zeybek! Ama aramızda ortak bir şey vardı; saf ve tertemiz bir yürek! İşte bu yürek bizi biz yapıyor, bizi millet yapıyordu. Kocaman bir bahçeydi Türkiye. Her çiçeğinde ayrı bir tat, ayrı bir koku vardı. Çiçeklerden biri solsa, diğerleri de büküyordu boynunu. Suçu kabul etmesek de, bu çiçekli bahçeyi taşlı bir tarlaya dönüştüren yine bizdik. Eğitim ve sevgiden aldığımız pay, yön veriyordu hayatlarımıza. Hep çiçekli kalmalıydı bu bahçe. Hep mis kokmalıydı.
Ben böyle düşünürken, Nermin Hanımın, Mustafa’nın ellerine baktığını hissettim. Ben de baktım. Avuçlarında koyu bir kırmızılık gördüm. Nedenini soracaktım ki, öğretmen benden çabuk davrandı:
–Ne o Mustafa, elin mi kanadı?
Delikanlı hemen avuçlarını sıktı. Bir şeyler saklamak istiyor gibiydi. Nermin Öğretmen ısrar etti:
–Elini mi kestin?
Başı önde, sanki fısıldıyormuş gibi cevap verdi:
–Yok bir şey!
Bu defa da ben meraklandım:
–Boya mı oldu elin?
–Boya da değil!
–Söylesene oğlum, ne oldu ellerine?
Mustafa, usulca kaldırdı yüzünü. Güzel kahverengi gözleri, bir bana, bir öğretmen hanıma baktı. O gözlerde akan nehir sanki birden durmuştu. Dudağının kenarı büzülmüş, nefes almadan öylece kalakalmıştı. Bir şeyler gizlemeye çalışan küçük bir çocuk gibiydi. Alnı terlemişti. Kaşının kenarından süzülen küçük damlayı, parmağının ucuyla yakalayıp belli belirsiz mırıldandı:
–Boya ya da kan değil Metin Ağabey, avuçlarımdaki; “Kına!..”
Mendilini çıkardı. Alnının terini sildi. Koltuğuna doğru yaslandı. Gözleri bilinmez bir noktaya takıldı. Kına demiş, rahatlamıştı. Bunca sıkılmasına anlam veremeyip, gülümsedim. Daha sonra pişman olacağım bir soru sordum ona:
–Sen gelinlik kız mısın da, ellerine kına yaktın Mustafa?
Benim hiç düşünmeden, şaka olsun diye sarf ettiğim bu cümlenin Mustafa’yı böylesine etkileyebileceğini nerden bilebilirdim? Yüzü gerilip, kaşları çatıldı ve alabildiğine büyüyen gözleri parladı. Bana öyle bir baktı ki, kanımın donduğunu hissettim. Konuşmaya başladı. Sesi artık daha bir erkek sesiydi:
–Ben gelinlik kız değilim Metin Ağabey! Geçen gün anam çağırdı. Gittim, oturdum dizine. “Buyur ana!” dedim. “Uzat ellerini!” dedi. Uzattım. Kınaladı avuçlarımı. Sordum; “Ana, neden kınalarsın beni?” “Dinle oğul!” dedi ve anlattı:
“Bizde; törelerimizde, gelenek ve göreneklerimizde, üç şeye kına yakılır. Bir, gelin kızın avucuna kına yakılır; evine, ailesine, yuvasına kendini adasın diye! İki, kurbanlık koça kına yakılır; Allah’a kurban olsun diye! Üç, askere giden Mehmetçiğe kına yakılır; vatanına, devletine, milletine, toprağına, bayrağına düğüne gidiyormuşçasına gitsin diye! İşte ben seni bu yüzden kınalarım oğul. Haydi, var git şimdi, yolun açık olsun. Unutma, ben de seni adadım vatana!..”
–Sonra, alnımdan öptü ve sardı avuçlarımı. Bu yüzden kınalı şimdi ellerim. Ben yakmadım. Anam yaktı, anam kınaladı beni!
Öğretmen hanım mı benden önce bıraktı gözyaşlarını, yoksa ben mi ondan önce suladım yanaklarımı, bilmiyorum. Sanki yıllar süren bir sessizlik yaşadık. Bu defa Mustafa’nın gözlerine bakmaya biz utanıyorduk. Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün “Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir.” ifadesini şimdi çok daha iyi anlıyordum. Nermin Öğretmen gözlüğünün camlarını temizlemek bahanesiyle oyalanıyor, ben de ellerimi koyacak bir yer arıyor; ama bir türlü bulamıyordum. Kim bilir ne emeklerle büyüttüğü yavrusunu, kurbanlık koç misali kınalayarak, “Ben de seni adadım vatana!” diyebilen o eli öpülesi anneyi, kendi annemmiş gibi kucaklamak istedim. Nihayet, Nermin Hanım bu sessizliği bozdu:
–İşte Anadolu kadını bu Mustafa! Kurtuluş Savaşımızda cepheye mermi taşırken, öküzünün yerine kendini kağnıya koşan, bebeğinin battaniyesini üzerinden çekip alıp, ıslanmasın diye cepheye taşıdığı mermiyi saran kadın bu. Sen annenle gurur duy ki, o da bassın seni bağrına. Bak şairin mısralarındaki, başka bir oğul da annesine neler söylüyor:
“Altında dökülsün oğlunun kanı,
Bayrağın gül rengi solmasın anne...”
–İşte sen de bayrağımızın gül rengini asla soldurmayacak bir Mehmetçik olacaksın. Annene lâyık bir evlat olduğunu da görüyorum. Duygu ve düşüncelerin askerlik boyunca daha da olgunlaşacak. Konuştuk işte, yurdu sev demekle olmuyor. Tüfek çatılacak çat diyoruz ama yurt sevilecek sev nasıl diyeceğiz. Sevdiğinde ne olacağını, hayatında neyin değişeceğini anlatmak, öğretmek lazım. Teskereni aldığında bütün bu değerleri daha iyi anlayacaksın.
Cumhuriyet sizden “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür “ nesiller ister. ATATÜRK
Bir kına hikâyesi de ben anlatayım sana. Olay Çanakkale’de geçer; “Yozgat’ın Sorgun Kazası’nın Karayakup köyünden cepheye gelen Murat, bölükteki tıbbiye öğrencilerinden Şükrü’ye bir mektup yazdırır. “Anacığım kardeşlerimi askere gönderirken başlarına kına koyma... Zabit Efendi bana sordu, cevap veremedim. Kardeşlerim de mahcup olmasınlar.” Murat’ın anasından cevap gecikmez; “Ey gözümün nuru oğlum, zabit efendiye selam söyle... Kurbanlık koçlar niye kınalanırsa ben de onun için seni kınalayıp gönderdim.” Mektup Çanakkale’de Murat’a ulaştığında Murat kınalı başıyla çoktan şahadete ermiştir bile.
Elimizdeki hamuru yoğurup ekmek yapmak ya da çürütüp çöpe atmak da kendi ellerimizde. Askerlik bitiyor ama hayat bitmiyor ki. Askerde öğrenilenlerin belki yarısından da çoğu aslında askeri eğitim değil, hayatın ta kendisi değil mi?
Sesinde bir titreme vardı. Delikanlının terminaldeki annesi gibi o da şimdi sevgi ve hayranlıkla bakıyordu Mustafa’ya. Uzun yıllar boyunca öğrencilerine de bu duygularla baktığı belliydi. Yetiştirdiği öğrenciler, ne kadar şanslı olduklarının farkında mıydılar acaba?
GÜÇLÜ İNSAN
Israr ettim, aldı ve içti. Sonra omzuma dokundu. “Su gibi ömrün uzun olsun!” dedi...
Nermin Hanım gömleğinin yakalarını düzeltti. Sade ve güzel giyinmişti. Giydiğimiz elbiselerin, karşımızdakilere bizimle ilgili mesajlar verdiğini düşündüm. Gözüme, yan koltuklardaki bir adamın elindeki gazeteden Mustafa Kemal’in resmi ilişti. Onun bize örnek olmak için, en ağır şartlarda bile, her fotoğrafında nasıl böyle şık ve zarif olmayı başardığını anlayabilmek ne kadar zordu.
Otobüs ilerliyordu. Şoförümüz bir türkü tutturmuş, kendi halinde, belli belirsiz mırıldanıyordu. O da güzel giyinmişti. Yakaları tertemiz, apoletli, kısa kollu, beyaz bir gömleği vardı. Mavi renk kravatını özenle bağlamıştı.
Saçları taralıydı. Sakal tıraşını da yeni olmuştu. Gizli gizli sigara içmiyor ya da radyoda sadece kendisinin hoşlandığı müzikleri aramıyordu. İşini sevdiği ve ona saygı duyduğu belliydi. Ara sıra da gömlek cebinin üzerindeki “Halil” yazılı isimliğini gururla parlatmayı ihmal etmiyordu. Muavin Fatih de otobüse gözü gibi bakıyordu. Her yer bakımlı ve temizdi. Çöp kutuları boş, her şey yerli yerindeydi. Eskiden yolculuklarda sigara dumanlarından nefes bile alınamazdı.
Zaman değişmiş, insanlarımız, sigarayla ilgili yasaklara uymalarının, kendi sağlıkları açısından da önemli olduğunu anlamışlardı. Alışkanlıklardan vazgeçmek zor olmasına rağmen, kararlarımızı yürekten ve inanarak verdiğimizde yapamayacağımız şey yoktu.
Komşumuz Rıza Bey geldi aklıma. Esiri olmuştu alkolün. “Git tedavi ol!” derler, dinlemezdi. “Battı balık yan gider” ya da “Atın ölümü arpadan olsun!” gibi bahanelerle nasihatlere kulak asmazdı. Ayık görmezdik hiç! Sevinince içer, üzülünce içer, mutlaka bir sebep bulurdu. Ölçüyü de hep kaçırır, gece yarıları düşe kalka gelirdi evine. Fena adam değildi; ama sarhoş olunca dağıtır, ne yaptığını bilmezdi. İnsanlar hep ayıplar, o aldırmaz, eşine ve çocuklarına acıyarak bakarlardı. Bağırır, çağırır; sabah olunca da bir şey hatırlamazdı. Gençlerimize sigara tutuyor, içki ısmarlıyor, kötü örnek oluyordu. “Ev alma komşu al!” derler ya, bütün mahallenin huzuru kaçmıştı. Taşınmalarına sevinmiştik. Düşenin dostu olmuyor işte! Bir arkadaşımızın içkiye, sigaraya başlamasına sebep olalım, sonra da bana ne kardeşim akıl incir çekirdeğinin içinde mi? Zorla mı içirdim diyelim. Olacak şey mi bu? “Ver Allah’ın verdiğine, vur Allah’ın vurduğuna!” olur mu, ne kötü düşünce. Gerçi kötü insanların da bir yaratılış amaçları varmış; iyi insanları denemek. Sözün özü, acemi marangoz olmamak lazım, yani talaşımız tahtamızdan çok olmayacak.
Yanımdaki delikanlıdan sigara kokusu almamıştım. Çekinerek sordum ona:
–Sigara içiyor musun Mustafa?
–Yok! Tek tük. Öyle paket falan da taşımıyor, sadece arada bir tutulduğunda alıyorum. Tiryaki olacağımı da hiç sanmıyorum. Gerçi arkadaşlar “Askerde iyice alışırsın.” diyorlar. Bilmem artık!
–Nedenmiş o?
–Hani insan özleyince evdekileri, yakıverirmiş hemen. Çoğunluk içince de ortama uymak gerekirmiş.
– Daha neler! Sigarayla özlem mi giderilir? Alışmam diye diye alışır insan. Ben tiryaki olmam diye diye tiryaki olur. Bu senin hayatın. Aldırma sen öyle konuşanlara. İnsan güçlü olduktan, kendisini kontrol etmesini bildikten sonra, neden yardım beklesin sigaradan, alkolden!
–Ama bazen sıkıntı basıyor, insanın canı çekiyor be ağabey. Yemekten sonra, demli çayın yanında şöyle duman duman tüttürünce bir tane, sanki iyi geliyor insana.
Okul genç beyinlere; insanlığa hürmeti, millet ve memleket sevgisini, şerefi, bağımsızlığı öğretir. ATATÜRK
–Bak Mustafa, kitabımdaki şu cümleleri okuyayım sana, şöyle soruyor: “Güçlü bir insanım, benim gücüm var diyen insanla, Güçsüz bir insanım, benim gücüm yok diyen insan arasındaki fark nedir?” Sonra yine şöyle veriyor cevabını, “Ben, güçlü bir insanım, benim gücüm var diyen insan, hayatın direksiyonunu elinde tutan insandır. Ben, güçsüz bir insanım, benim gücüm yok diyen ise direksiyonu başkalarına vermiştir. Onlar ne isterse onu yaparım duygusu içindedir.” Sana yanlış şeyleri tavsiye edenler, yarın bunların sonuçlarına da katlanırlar mı delikanlı? Paylaşırlar mı seninle hastalığı, mutsuzluğu, yokluğu?
Cevap vermeyip, başını “Hayır!” anlamında salladı. Sesimi yumuşatarak devam ettim:
–Sen akıllı bir gençsin. Bu senin hayatın. Güçlerinin farkına varmalı, kendini kontrol etmelisin. Çünkü İnsan önce kendisinden sorumludur. Bu sorumluluk toplumu da etkiler. Böylece kendine olan güvenin artar, verdiğin kararlar daha sağlıklı olur. Hayatındaki en önemli kişi sensin. Her şeyden önce kendini güçlü tutmalısın. Ne kadar güçlü ve kendinle barışık olursan, bunu etrafındakilere yansıtman da o denli kolay olacaktır.
–Haklısın Metin Ağabey. Bana da söyleyecek bir söz bırakmadın. Gerçi, bazen içim şöyle bir daralıyor, bunalıyorum. Aklıma kötü kötü şeyler geliyor. Sanki, yüküm çokmuş da dizlerimde onları taşıyacak derman kalmamış gibi oluyor. Kolay değil hayat, kolay değil yaşamak. İşte böyle durumlarda bir iki kadehle her şeyi unutmak istiyor insan.
–Ayıldıktan sonra ne olacak Mustafa? Yüklerin azalmış mı olacak? Sen bu yaşında böyle düşünürsen, biz ne yapalım? Bizim için kolay mı hayat? Kimin için kolay? Umutsuzluğa kapılıp yenik düşelim de, onu daha mı zor hale getirelim? Hayat, hepimiz için aynı. Basit beklentilerden uzak durmak lâzım. O, acısı ve tatlısıyla birlikte güzeldir.
–Güzel olmasına güzel elbette, bir de şu ayrılık olmasa.
–Onun da kendine has bir güzelliği var. Ayrı kalınca daha kıymet bilir insan. Hayat güzeldir, onu sevmenin yollarını bulmak lâzım. Halimize şükretmeyi de bilmeliyiz. Bak bir hikâye anlatayım sana; kılık kıyafetine biraz fazlaca önem veren bir adam varmış. Üzerindekiler yeni de olsa modası geçti diye değiştirir, paraya pula aldırmazmış. “Gereksiz harcama yapıyorsun!” diyenlere, “Ben kazanıyor, ben harcıyorum, size ne?” dermiş.
–Doğru Metin Ağabey, kime ne adamın parasından?
–Önce hikâyenin sonunu dinle. Bu adam yine bir gün, oldukça sağlam ve şık ayakkabılarından bıktığını hissetmiş. Onlarca çift ayakkabısı olmasına rağmen, daha önce bir mağazanın vitrininde gördüğü, o ayların modası ayakkabıyı almaya niyetlenmiş. Yolda, iki bacağı da dizlerinin altından kesik ekmek parası isteyen bir dilenciye rastlamış. Durup, bir an düşünmüş. Ayakları olduğuna ve ayakkabı giyebildiğine şükreden adam, yeni ayakkabı için ayırdığı parayı da bu dilenciye vererek geri dönmüş. Bu olaydan çıkardığı dersle de daha dikkatli yaşamaya karar vermiş.
Mustafa farkında olmadan, elleriyle bacaklarını yokladı ve eğilip ayaklarına doğru baktı. Yerinde mi diye kontrol ediyordu herhalde. Nermin Hanım içten bir tavırla gülümsedi:
–Bir örnek de ben vereyim size. Bizlere yaşama sevincimizi, hangi şartlarda olursak olalım kaybetmememizi, mutlu olmamızı öneren gerçek bir örnek.
Küçük bir not defteri çıkarıp aradığı sayfayı buldu ve okumaya başladı:
–Karamsarlığa yenilenlerin umut ışıkları hemen söner. Oysa, bizi yaşatan şey umutlarımızdır. Mutluluk için mücadele etmeliyiz. İşte bunları yazan kişi, bebeklikten beri kör, sağır ve dilsiz olan Helen Keller. Onun mutsuz olmak için her türlü nedeni varmış. Oysa Helen, kendine acımayı seçip, hayata küsmemiş. Belki çok şaşırtıcı. Sadece kendi dilini değil, birkaç dil daha öğrenmiş. Yaşama sevinci ile insanlara umut ve örnek olmuş. Üniversiteyi başarılı bir şekilde, normal öğrenciler gibi dört yılda bitirip, dünyaca tanınan bir yazar olmayı da başarmış. Bugün, yazdığı kitaplar birçok dile çevrilip, milyonlarca insan tarafından zevkle okunuyor.”
Daha devam edecekti ki; buruşturularak sıkıştırılmış bir gazete parçasının, otobüsün daracık koridorunda yuvarlandığını gördük. Bir ikincisi öğretmen hanımın saçlarını sıyırarak ön cama çarptı. Nerdeyse gözlüğü düşecekti. Arkaya dönüp baktık. Genç bir grup, aralarında şakalaşıyordu. Okudukları gazetenin sayfalarını paylaşmışlar, avuçlarında sıkıştırarak birbirlerine atıyorlardı. Otobüsün tam ortasında, beş altı kişi kadardılar. Kahkahaları otobüsü çınlatıyordu. Bir annenin sabırla uyuttuğu bebeği uyandı ve ağlamaya başladı.
Mustafa yerinden kalkmak için hamle yaptı. Kolundan tutup fısıldadım:
–Boşver! Bir tatsızlık çıkmasın.
Bizim başkalarına yaptıklarımızı başkaları da bize yapsaydı, tepkimiz ne olurdu acaba? Bu konuda “İğne ve çuvaldızından!” bahsetmişti atalarımız! Gürültülerinden rahatsız olanlar, görevliden yardım istediler. Biraz önce çay servisi yapan Fatih, yanlarına gitti. Belli ki daha sessiz olmalarını rica etti. Sustular; ama bu defa da o gazete parçalarından uçak yapıp uçurmaya başladılar. Bir süre sonra, bakışların çoğaldığını görünce onu da bıraktılar. Nermin Hanım bize döndü:
–Görüyor musunuz beyler? Düşünmeden yapılan basit hareketler bile başkalarını etkileyebiliyor. Eğleneceğiz, zevk alacağız, diye çevremizdekilere zarar veremeyiz. Saygı, insanın önce kendi içinde başlar, sonra sırasıyla diğer insanlara, millete, devlete, kanunlara dalga dalga yayılır. Saygı; sevgi ve değer vermektir. İnsan ilişkilerinin temelidir. İnsanlara, kurallara, kurumlara karşı saygı, sorumluluk demektir. Bakın, bir süredir sohbet ediyoruz; ama birbirimize karşı saygısızlık yapmıyoruz. Birbirimizi kırmıyor, suçlamıyor ve sözlerimizi kesmiyoruz. Düşüncelerimize önem veriyor, dinliyor ve anlamaya çalışıyoruz. Yani birbirimize saygıda kusur etmiyoruz.
Gözlüğünü eline alıp camlarını sildi. Sonra mavi gözlerini süsleyen uzun kirpiklerini düzeltip devam etti:
–Bakın, ne güzel bir deyim; saygıda kusur etmemek. Kişiler arası mesafenin ölçülerini ne de güzel ifade ediyor. Mesleğimiz her ne olursa olsun, saygıyı unutmamayı öneriyor. Çünkü her zaman ve her yerde o çıkmıyor mu karşımıza? Saygıyı dikkate almadan yapılan davranışların, yanlış ve kusurlu olduğunu hatırlatmaya gerek mi var Mustafa? Gerek mi var Metin Bey?
Biraz sertçe sormuştu. Mustafa onun yanında olduğunu göstermek istercesine çabucak cevapladı:
–Yok tabii öğretmenim. Siz öyle diyorsanız doğrudur!
Gerçekten de Nermin Öğretmen tepki göstermekte haklıydı. Ben de bir zamanlar delikanlıydım. Bu gençleri anlayabiliyordum. Eğlenmelerine kim ne diyebilirdi? Yalnız aşırıya kaçmaları, hoşgörü sınırlarını zorluyor, başkalarına zarar veriyordu. Birkaç cümle de ben eklemek istedim:
–Size yürekten katılıyorum Nermin Hanım. Kendine saygı duymayan insan, kendi varlığına da değer vermez. Mutlu olmak için bunun tersini yapmak, kılık kıyafete, temizliğe, her şeye özen göstermek lâzım. İşte çevreye yansıyan bu özen, bizi de, başkalarını da mutlu eder. İletişim sağlam kurulur. Bu gürültücü gençlerin birbirleriyle şakalaşırken ölçüyü kaçırmalarının altında, yetiştikleri zemini aramalıyız. Yani ailesinden, çevresinden, okulundan nasıl bir eğitim aldı? Eğer bir eksiklik varsa, problemin kaynağını bulmak için, bence buralara bakmak gerekiyor.
Susamıştım. Gözlerim muavini aradı. Otobüsün arkasında ayakta duruyordu. Su istiyorum işareti yaptım. Elinde su şişesi ve birkaç plastik bardakla hemen geldi. Oldukça kibardı. Ütülü pantolonuna şık bir kemer takmıştı. Biraz kiloluydu, gülümseyince göbeği oynuyordu; ama bu onu daha sempatik yapıyordu. Bardağa su doldururken otobüs sallandı ve bir iki damla üzerimize döküldü. Hemen özür diledi.
Arka koltuktaki yaşlı adam da su istedi. Pamuk beyazı kısa saç ve sakalı bakımlıydı. Boylu poslu, yapılı görünüyordu. Demek ki, gençliğinde daha da heybetliydi. Kulakları biraz irice, dudakları kalındı. Yaz ortasında olmamıza rağmen, üzerinde bir hırka vardı. Elimdeki dolu bardağı ona uzatıp, “Buyurun!” dedim. “Rica ederim, su küçüğün sofra büyüğün!” dedi. Bu söz çok hoşuma gitti. Daha doğrusu, bunca yaşıma rağmen birisi beni “Genç!” görüyordu. Israr ettim, aldı ve içti. Sonra omzuma dokundu. “Su gibi ömrün uzun olsun, aziz ol!” dedi. “Sağ olun!” dedim. Ben bu cana yakın adama sadece bir bardak su vermiştim. Oysa o bana, insan ilişkilerinde nezâket ve görgünün güzel bir örneğini hatırlatmıştı. Mustafa’ya döndüm:
Denilebilir ki hiçbir şeye muhtaç değiliz, yalnız tek bir şeye çok ihtiyacımız vardır; çalışkan olmak. ATATÜRK
– İşte saygı bu Mustafa. Kültürümüze iyi bak! Koca milleti nasıl da tek bir aile gibi sarmalıyor. Birbirini tanımayan insanlar, aynı ailenin fertleriymiş gibi davranıyorlar. Birbirlerinin malına, canına, namusuna, düşüncelerine, inançlarına saygı gösteriyorlar. İşte bu, saygının doruk noktasıdır. İşte bu, millete saygıdır. Millete saygı da, insanda, onu geliştirmek, varlığını sürdürmek arzusu oluşturur. Milletini sayıp sevmeyen insanlar, giderek kendi milletlerine yabancılaşır ve hatta düşman olurlar! Atatürk’ün de dediği gibi; “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür!”
Nermin Öğretmen beni başıyla onayladı. Yüzünün biraz değiştiğini gördüm:
–İyi dediniz Metin Bey! Evet, düşmanı olurlar! Bunun acı örneklerini hep birlikte yaşamadık mı? Kandırılan bazı vatandaşlarımızın kendi kardeşlerine kurşun sıktıklarını görmedik mi? Binlerce anne, tabutlarda yatan oğullarına sarılıp da ağlamadı mı? Az mı döküldü bebeklerin, çocukların, babaların kanları? Az mı söndü ocaklar? Bu milleti, bu toprakları bölmeye, parçalamaya kalkmadılar mı? Gidebileceğimiz, yaşayabileceğimiz daha kaç tane Türkiye var? Bize ait başka bir toprak, başka bir vatan daha var mı? Varsa nerede var? Var da biz mi bilmiyoruz?
BİR DEMET PAPATYA
Aşağıda büyükçe bir dere büklüm büklüm bükülüyor, yakaladığı toprağı, süzüle süzüle alıp götürüyordu.
Yolda çalışmalar vardı. Otobüs yavaşladı. Bir tepeyi aşıyorduk. Arabamızın altına, yanına sıçrayan taşların sesleri bize kadar geliyor ve kaptan artık daha dikkatli kullanıyordu. Biraz daha yavaşladı. Az sonra, yanına yardımcısı geldi. Bir şeyler konuştular; ama anlamadım. Uygun bir yerde durup aşağıya indi. Bir iki dakika sonra da geri döndü. İçten bir tavırla özür diledi ve “Otobüste bir problem var, yarım saat kadar burada kalacağız.” dedi.
Hayatın her çalışma safhasında olduğu gibi, özellikle öğretim hayatında disiplin, başarının esasıdır. ATATÜRK
Mustafa, aşağıya inmeyi ve biraz dolaşmayı teklif etti. Bana da iyi geleceğini düşünüp, kabul ettim. Nermin Hanım ise; “Okumayı tercih ediyorum.” deyip, otobüste kaldı. Hava çok güzeldi. Orman, bütün o tepeyi gelin gibi süslemişti. Çam ve kekik kokuları burnumuzu yakıyor, kulaklarımız kuş cıvıltılarıyla doluyordu. Egzoz dumanlarından, kalorifer bacalarından, korna seslerinden eser yoktu. Otobüsün arızalanmasına sevinmiştim. Mustafa da öyle görünüyor, çiçek topluyordu. Eğilip, bir papatya kopardı. Sonra bir, bir tane daha. Bana bakmadan konuşmaya başladı:
–Zeynep terminale beni yolcu etmeye gelemedi. Çok istediği halde, annem; “Hamilesin kızım, sen evde kal, ne olur ne olmaz!” dedi. O da evde kaldı.
Evli olduğunu ve eşinin bir aya kadar doğum yapacağını söylemişti; ama adının Zeynep olduğunu şimdi öğrenmiştim. Onu biraz kızdırmak istedim:
–Bakıyorum hemen özledin eşini, Mustafa!
Utandı, cevap vermedi. Duymamış gibi yapıp, çiçek toplamaya devam etti. Bense cevabımı zaten almıştım. Çünkü daha kışlasına bile katılmadan, hasret kokan bir asker türküsü mırıldanıyordu:
“Kara gözlüm, efkârlanma gül gayrı
İbibikler öter ötmez ordayım
Mektubunda diyorsun ki gel gayrı
Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım...
Vatan borcu biter bitmez ordayım...”
Farkında olmadan, temiz havayı soluya soluya bayağı yürümüşüz. Bir çeşmenin başına kadar geldik. Kim bilir kaç âşık, sevda ateşini, bu çeşmenin soğuk suyundan içerek dindirdi! Şair belki de bu çeşme için yazdı mısralarını;
“ Derinden derine ırmaklar ağlar,
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi.
Ey suyun sesinden anlayan bağlar,
Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi?”
Aşağıda büyükçe bir dere büklüm büklüm bükülüyor, yakaladığı toprağı, süzüle süzüle alıp götürüyordu. Gönül hiç arzu etmese de, bu bulanık suda, kendi alın terlerimiz akıyordu. Vatanımızı düşmana karşı korurken, gerektiğinde bir karışı için bile canlarımızı vermemize rağmen, topraklarımızın böyle akıp gitmesine, neden göz yumuyorduk?
Gazetede okumuştum; “Erozyon nedeniyle her yıl beş yüz milyon ton toprağımızı kaybediyoruz.” diyordu. “Oysa sadece bir kibrit kutusu kadar tarım toprağının oluşabilmesi için en az yüzlerce yıl süreye ihtiyaç olduğunu!” öğrendiğimde daha da artmıştı kaygım.
Ağaçlar toprağı tutuyor; ama biz güzelim ormanlarımızı katil baltalarla yok ediyorduk. Bu hızla gidersek, cennet ülkemizin çöle dönüşmesi kaçınılmazdı. Gözlerimizin önünde kaybolup gidiyordu geleceğimiz.
Çeşmenin hemen arkasındaki ağaçlar kesilmişti. Biraz ilerdeki tepenin yamacında, bu ağaçlardan yapıldığı belli olan birkaç boş kulübe vardı. Pencereleri kırılmış, kapıları yere düşmüştü. Yazık olmuştu bunca ağaca. Kim bilir ne kadarı da sobalara kışlık odun olmuştu acaba! Mustafa sinirli konuştu:
O ağacın da canı var. Ağaç kesen kol keser, baş keser! Hiç mi vicdanınız sızlamıyor? Bari gidin arayın bulun kuruyanları, onları kesin. Zaten bu işin de görevlileri var. Daha iyi biliyorlar, hangisi uygun kesilmeye, hangisi değil!
Eğilip kana kana içmese çeşmenin buz gibi suyundan, belki uzunca bir süre daha sakinleşmeyecekti.
Birden iki çocuk çıktı ortaya. Yakınlarda bir köy olmalıydı. Onlar da su içtiler. Kıyafetlerinin eskiliği ve yamalar hemen dikkat çekiyordu. Lastik ayakkabılarının sağı solu delinmiş, parmakları görünüyordu. Kısa saçları, yuvarlak yüzleri ve çekik gözleriyle birbirlerine benziyorlardı. Kardeş olmalıydılar. Daha kısa boylu olanın bir ayağı aksıyordu. Ya akraba evliliği yapılmış ya da doğumda bir aksilik olmuştu.
Her ne olmuşsa, ayağı aksıyordu işte. Üstelik yalnız da sayılmazdı. Çünkü ülkemizde altı milyona yakın engelli insan vardı. Değişik nedenlerle günlük yaşantılarında, fiziksel problemler yaşayan bunca insan. Bir tekerlekli sandalyeye sahip olduğunda dünyalar kendilerinin olan; ama sonra da bu sandalye ile otobüse binemeyen, merdivenlere takılıp inemeyen, sinemaya, tiyatroya, alışveriş merkezine gidemeyen ve bir tuvalete bile giremeyen birçok insan. Onların, hor gözle bakışlara tahammülleri yoktu. Acımamızı, üzülmemizi de istemiyorlar, bizden sadece insanca ve eşit davranışlar bekliyorlardı. Güçleri yettiğince çalışmayı, üretime katılmayı ve sıradan bir yurttaş olmayı arzuluyorlardı.
Kimi işitemiyor, kimi konuşamıyor, kimi yürüyemiyor, kimi de göremiyordu belki; ama onlar hissedebiliyordu. Çünkü onlar insandı.
Çeşmenin yanında birkaç küçük kuş belirdi. İçlerinden birisi, diğerleri gibi rahat hareket edemiyordu. Kör bir avcı saçması ya da haylaz bir oğlanın sapanından fırlayan taş, sol kanadının neredeyse yarısını alıp götürmüştü. Ayağı aksayan çocuk bunu görünce, susayan kuşa, elindeki ekmekten kopardığı kırıntıları uzattı. Ürken kuş, bir iki adım geriye sıçradı. Çocuk iyi niyetini belli eden sakin tavrıyla bir kaç kez daha uzattı avucunu ve kırıntıları yere bıraktı. Kuş, çekinerek de olsa usul usul yaklaştı ve çocuğun ekmeğini onunla paylaştı. “Dert çekmeyen halden anlamaz!” demiş atalarımız. Anlamak için ise başımıza kötü bir iş gelmesini mi beklemeliydik acaba?
İki kardeş koşarak uzaklaştı yanımızdan. Bir merhaba bile diyememiş, adlarını bile soramamıştık. Dönüş yolunda Mustafa söylendi:
–Çocuklara üzüldüm Metin Ağabey!
–Ben de üzüldüm Mustafa. Dünyaya getirmek iş değil ki! Bu çocuklara bir gelecek vermek, beslemek, giydirmek, okutmak lazım!
–Başka ne yapabilirler ki Metin Ağabey? Güçleri ancak bu kadar. Hem “Çocuğu veren Allah, rızkını da verir!” derler. Yedikleri iki lokma ekmek işte!
–Anlamadım delikanlı. Şimdi ekmek bulunur, rızkı verilir ümidiyle bol bol çocuk mu yapalım? “Dereyi görmeden paçayı sıvamak!” yanlıştır. Gelişigüzel yaşayamayız. İçinde bulunduğumuz duruma göre davranmalı, hayatı plânlamalıyız. Öyle her şey devletten de beklenmez. Her konuda, önce elimizden gelen çabayı kendimiz göstermeliyiz. İnsanlarımızda öğrenme arzusu, hata yapmama bilinci olmalı. Geçenlerde televizyonda izledim. Bir adamın üç eşinden tam yirmi yedi tane çocuğu varmış. İsimlerini bile doğru dürüst sayamıyor; ama sanki bir meziyetmiş gibi kamera karşısında alımla, çalımla, pala bıyıklarını bura bura poz veriyordu. Hele bir de sırıtması vardı ki, evlere şenlik.
Tam zamanında dönmüştük. Otobüsümüz harekete hazırdı. Koltuklarımıza oturduk, Nermin Hanım hâlâ okuyordu. Yerime otururken seslendim ona:
–Hava çok güzeldi Nermin Hanım, siz de inseydiniz biraz.
–Kitap okumak da çok güzel. Onlarsız bir dünya düşünemiyorum. Eğer iyi seçilirler ise, hep doğruyu öğretiyorlar insana. Dost ve sırdaş oluyorlar. Hem de hiç karşılık beklemeden.
Mustafa’nın da aklı benim gibi dışarıda kalmıştı.
–Biz de ne güzel dolaştık değil mi Metin Ağabey? Bazen sıkıcı oluyor okumak! Ben daha çok hareketten hoşlanıyorum. Kulakları çınlasın, babam hep, “Yüzmeyi kitaptan öğrenen denizden sağ çıkamaz” ve “Çok okuyan değil, çok gezen bilir!” der.
Nermin Hanım da yumuşak bir sesle cevap verdi ona:
–İşin orası tartışılır bence. Gezmeye, eğlenmeye elbette sözüm yok. Ama düşüncelerimizi harekete geçirebilmek için de bilgiye ihtiyacımız olduğunu unutmamak gerekir. Bilgiye ulaşmanın en kolay yolu da okumak. Kitap, bize sağduyu kazandırır. Bakış açımızı zenginleştirir. Artık bilgi çağındayız. Ancak bilgiye sahip toplumlar zamanı takip edebilir. Sen de askerden döndükten sonra mutlaka tamamla okulunu, sakın unutma!
Delikanlı yüzünü biraz buruşturdu:
–O yaşta okula mı gidilir öğretmenim? Düşünsenize okul sıralarında liseli çocuklarla birlikte oturduğumu, gülmezler mi bana?
Nermin Hanım, hiçbir şey söylemeden, çantasındaki gazeteyi uzattı bize. İlk sayfada yetmiş yaşından sonra ortaokul diploması alan bir adamın haberi ve resmi vardı. Delikanlı biraz önceki söylediklerinden utanmış, dudağını ısırıyordu. Sesini daha da yumuşatan Nermin Öğretmen gazetesini katlarken konuşmasına devam etti:
–Okumanın yaşı mı olur? Bu saatten sonra ne yapacağız diplomayı da diyemeyiz. Çünkü hayatlarımız çok kısa. Ona, her şeyi sığdırmamız imkânsız. Başkalarının tecrübelerini paylaşmamız lâzım. Bu da ancak okumakla olur. İleriyi görebilmek için de okumak, okutmak zorundayız. Atatürk de kalkınma hamlemize eğitimle başlamadı mı? “Bir ülkede okumaya karşı istek artmadıkça yıkım artar!” demedi mi? “Eğitimdir ki; bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder!” diye haykırmadı mı?
Mustafa bu defa hazırlıklıydı. Kendisini nasıl affettireceğini biliyordu. Sakladığı elini öğretmene uzattı. Elinde bir demet papatya vardı.
–Sizin için topladım öğretmenim.
Nermin Hanım biraz şaşırsa da, pırlanta bir kolye almışçasına mutlu oldu. İncitmekten korkarcasına uzanıp aldı ve derin derin kokladı çiçekleri.
–Çok naziksin Mustafa, çok düşüncelisin, teşekkür ederim.
El sıkışmak istedi. Delikanlı ani bir hareketle eğilip uzanan eli öptü ve alnına koydu. Söyleyecek bir söz bulamadı Nermin Hanım. Yutkunduğunu görebildim sadece. Saklanmıştı yine gözlüklerinin arkasına. Belli ki yine dolmuştu büyük, mavi gözleri. Döndü, dışarıyı seyretmeye başladı...
Uygarlığın, ilerlemenin ve güçlülüğün temeli, aile yaşamıdır. ATATÜRK
GÖZÜM ARKADA
KALMAYACAK
Biz küçükken, bayramlarda elimizde birer torbayla kapı kapı dolaşır, el öper, şeker toplardık...
Artık tepeden iniyorduk. Yol, yılan gibi kıvrılarak aşağıdaki uçsuz bucaksız ovaya akıyordu. Tarih öncesi bir şehrin kalıntıları arasından geçiyorduk. Bir grup turist taşların fotoğraflarını çekiyordu. Yüzüme güneş vurdu. Görevdeyken, devlet bizi mesleğimizle ilgili çalışmalar yapmak için kısa süreli de olsa yurt dışına göndermişti. Daha ilk günlerde özlemiştim vatanımı. Bu özlem şiirler de yazdırmıştı bana:
Neyin varsa özledim Türkiye’m,
En çok toprağının kokusunu özledim.
Gülümsemesini insanlarının,
Bebeklerinin ninnilerle,
Uyutulmasını özledim.
Fark etmezmiş hangi şehrindeyim,
Dağlarında mı, denizlerinde mi?
Fark etmezmiş delikmiş cebim,
Varsın olsun
Bir elimde peynir,
Bir elimde simit
Tavşankanı çayını özledim.
Yorgunmuşum, uykusuzmuşum,
Kar düşermiş saçlarıma,
Kimin umurunda.
Sokaklarında yürümeyi,
Soğuklarında üşümeyi özledim,
Neyin varsa özledim Türkiye’m,
En çok toprağının kokusunu özledim...
Güneş bizim ülkemizde başka türlü ısıtıyordu. Hava başka bir güzeldi. Yağmur başka türlü yağıyor, toprak başka türlü kokuyordu. Üstelik yabancılar da aynı şeyi söylüyor ve hayranlıklarını gizlemiyorlardı. Tarihin bunca iç içe yoğrulduğu, doğal güzelliklerin başka hiçbir ülkeye nasip olmayacak kadar bol olduğu ve daha nelerin nelerin olduğu canım ülkemizde ne eksiğimiz vardı da daha fazla turist ağırlayamıyorduk sanki!
Oysa Anadolu, medeniyetlerin beşiği, Asya ve Avrupa’nın köprüsüydü. İstanbul’un güzelliği tarif bile edilemezdi. Mimar Sinan’ın camileri nasıl anlatılırdı? Ankara’daki Roma hamamları, Alacahöyük’teki Kral Mezarları, Toroslar’daki kale kalıntıları, Kültepe yazıtları, Karadeniz’deki, yeşilin her tonuyla bezenmiş yaylalar, Doğu Anadolu çömlekçiliği, Batı Anadolu’daki sayısız antik eser, Urfa ve Mardin’deki ilk kiliseler ve daha niceleri yeni misafirlerini bekliyordu. Misafirleri buyur etmek de, zaten Türk’ün geleneğinde vardı.
Bir el uzandı, irkildim. Muavin kolonya tutuyordu. Avuçlarımı açtım ve teşekkür ettim. Limonun keskin kokusu çok hoşuma gitmişti. Mustafa da gözlerini kapamış, kınalı ellerindeki kolonyayı burnuna çekiyordu. Nermin Hanımın okumaya ara verdiğini gördüm:
–Ne ilginçtir Nermin Hanım! Türkiye’de hemen her evde misafire ikram etmek için kolonya ve şeker bulundurulur.
Nermin Öğretmen, öne düşen saçını kulağının arkasına alarak bana döndü:
–Bunun adı misafirperverlik Metin Bey. Yani, ortak değerlerimizden biri. Misafiri güler yüzle karşılar, en güzel terlikleri ona veririz. Başköşeye buyur eder, ikramda kusur etmeyiz. Bunlar hep evimize gelene “Size saygı gösteriyoruz, siz bizim için önemlisiniz.” mesajlarıdır. Değerlerimizi unutmamalı, onları korumalı, yaşatmalı ve çocuklarımıza aktarmalıyız. Çünkü onlar, bizi biz yapıyor. Bizi birbirimize kenetliyor. Bizi bir arada tutuyor. Yüzyıllar önce Yunus’un dediği gibi:
“Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım,
Sevelim, sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz!”
Başımla onayladım ve devam ettim:
–Biz küçükken, bayramlarda elimizde birer torbayla, kapı kapı dolaşır, el öper, şeker toplardık.
Hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası, milli egemenliktir. ATATÜRK
Mustafa sızılı bir ah çekti:
–Biz de Metin Ağabey, en çok da ben toplardım. Çocukluğumdan beri çok severim şekeri, tatlıyı. Zeynep de bilir, hafta sonları baklava açar bana. İncecik yufkaları yorulmadan kat kat dizer. Ne de güzel olur. Ama annem pek beğenmez; “Şerbeti kıvamında verilmemiş yine!” der. Zeynep hemen bana bakar. Bilir annemin huyunu, cevap vermez, susar ve büker boynunu.
Nermin Öğretmen, hanımları bizden daha iyi tanırdı. Belki de o yüzden ince ince gülümsüyordu. İmalı bir üslûpla konuştu:
–Bir anne için, oğlunu geliniyle paylaşmak önceleri biraz zor gelir, sonra alışılır. Olur, böyle şeyler.
Elindeki papatyaları özenle çantasına yerleştirirken yüzü hâlâ tebessüm doluydu. Mustafa bana döndü ve kulağıma eğildi:
–Metin Ağabey, Nermin Hanımın söyledikleri hemen anlaşılıyor. Ne güzel konuşuyor değil mi?
Haklıydı. Nermin Öğretmen konuşurken çok dikkatliydi. Cümlelerinde gereksiz kelimeler kullanmıyor, adeta planlıyordu. Dile hâkimdi. Ağzından çıkan her sözcük önceden düşünülmüş gibiydi.
–Evet, güzel konuşuyor Mustafa. Haydi, söyle bunu ona.
Sustu! Yapamam, dercesine bir işaret yaptı. Sevdiklerimize onları sevdiğimizi, beğendiklerimize onları beğendiğimizi söyleyemiyorduk! İş başa düşmüştü;
–Nermin Hanım, Mustafa sizin Türkçeyi çok iyi kullandığınızı söylüyor. Elbette ben de ona katılıyorum. Türkçe öğretmeni misiniz?
Yüzündeki beliren tebessümde birbiriyle karışmış duygular gördüm:
–Hayır değilim; ama dilimizi güzel kullanmak, hepimizin görevi değil mi? Bunun için Türkçe ya da edebiyat öğretmeni mi olmak gerekir? “Türkçemiz, ağzımızda annelerimizin ak sütü!” değil midir? Değerlerimize sahip çıkmalı, korumalıyız derken boşuna söylemedim ki! İşte en büyük değerlerimizden birisi; dilimiz! Dil, düşünce ve duygularımızı, diğer insanlara aktarabilmemiz için bir araçtır. Ona gereken özeni göstermezsek, birbirimizle nasıl anlaşabileceğiz, anlaşabilir miyiz?
Kaşlarını, “Anlaşamayız!” manasında kaldıran Mustafa komik görünmüştü. Nermin Hanım, gülümseyerek devam etti:
–Dilimiz, diğer manevi değer ve sembollerimiz gibi, bize ortak bir ruh, ortak bir anlayış verir. Yoksa sıradan bir insan topluluğu olurduk. Kültürümüzü bizden sonrakilere ancak dil sayesinde aktarabiliriz. Nesiller arasındaki kuvvetli bağ ancak bu sayede kurulur ve bizi millet yapar. Ortak bir dilimiz olmasaydı, eğitim ve öğretimde aynı dili kullanmasaydık, ortak bir kültürümüz olabilir miydi hiç?
Dilimize karşı ben de ilgiliydim. Yanlış konuşmamaya dikkat eder, kitaplardan notlar alırdım. En çok caddelerdeki dükkân isimlerinin gün geçtikçe yabancılaşması üzüyordu beni. Türkçe tabela çok azdı. Başka bir ülkede gibiydik. Oysa dilimiz hem güzel, hem de çok zengindi. Bu duygularımı yol arkadaşlarımla paylaşmak istedim:
–Elbette olmazdı Nermin Hanım. Üstelik dilimizin kendine has tadı da bambaşka. Bir kitaptan okumuştum, şöyle diyordu; “Sevgili, duygu, şiir kelimelerinin özünde bir sevecenlik var. Kuvvet, kudret kelimelerinde bir güç saklı. Aslan, kaplan, kartal kelimeleri bir yüceliği çağrıştırıyor. Kuşta, kuşun cıvıltısını, yılanda yılanın yerde sürünüşünü, toprakta toprağın doğurganlığını hissederiz. Ağlamak ve üzülmek kelimelerinde bir eziklik duyarız. Bayrak dediğimizde ise aklımıza bir milletin ortak sembolü gelir.”
Mustafa pür dikkat dinliyor, hiçbir kelimeyi kaçırmak istemiyordu. Nermin Öğretmen, beni onaylayan güzel yüzüyle tatlı tatlı baktı:
–İnanın ben de bunları söylemeye çalışıyordum işte. Bakın kendiliğinden çıkıyorlar ortaya. Mesela “Bayrak!” Ne güzel bir kelime. Anlamı bağımsızlığı ifade ediyor ve bu millet sadece onun gölgesinde serinleyebiliyor. Peki neden?
Cevabını yine kendisi verecekti. Bu defa Mustafa daha çabuk davrandı:
–Çünkü “Bayrağa bağlılık; vatana, millete, tarihe, bugüne ve geleceğe bağlılıktır. Çünkü bayrak namustur!” öğretmenim.
Mustafa’ya bakan gözlerim bu sıcak cümlelerden sonra Nermin Hanımın gözleriyle buluştu. Bir an bana, “Bu delikanlı, bazı şeyleri bizden daha iyi biliyor ve saklıyor!” gibi geldi. Sorduğu safça sorular da bizi denemek için miydi acaba? O bir, iki saniyede aklımızdan geçenler, Ulu Önder’in şu ifadeleriyle sanki yıllar öncesinde gerçek anlamını kazanmıştı; “Milletin bağrından temiz bir nesil yetişiyor. Bu eseri ona bırakacağım ve gözüm arkada kalmayacak.”
Bir süre kimse konuşmadı. Radyo, haberleri veriyor, Mustafa, cüzdanını çıkarmış, gizli gizli resimlere bakıyordu. Eşinin resmi olduğundan emindim. Çekiniyor, belki de paylaşmak istemiyordu. Bu özlemi erkekliğine yakıştıramıyor olmalıydı. Oysa özlemenin, sevmenin erkeklikle ne ilgisi vardı? Sigara, alkol, kumar, nasıl bir erkeği olduğundan daha fazla erkek yapmazsa, sevgilerimizi ifade etmek de bizi küçültmezdi. Buna rağmen sözünün eri olan bizler; tersini zayıflık olarak düşünüyor ve her zaman duygularımızı gizlemeyi tercih ediyorduk. Oysa sevgi ifadelerini sözcüklere dökmek dürüstlüktü. Hemen her konuda sermayesi dürüstlük olan ve “Dürüst olmazsak güven kazanamayız, güven kazanamadığımızda da hiçbir şeyimiz yok demektir!” diyen insanlarımız, nedense bu konuda kendilerini saklıyordu. Oysa ahlâk, hiçbir kitapta yazılı değildi ve onun kuralları insanın yaşadığı toplumun kendi içinde gizliydi.
Bu arada, radyodaki haberlerden, “Bir genç kızın çantası zorla alınırken yerde sürüklendiğini ve ağır yaralandığını!” duydum. İşte gerçek ahlâksızlık buydu. Başkalarının hakkına tecavüz etmek, her şeyi kendi çıkarı için yapmaktı ahlaksızlık. Çünkü ahlak, bir toplum içinde kişilerin benimsedikleri, iyi nitelik ve güzel huyların bütünüydü.
Bazen etrafımda mücadele ruhu taşımayan insanlar görürdüm. Rüşvet, adam kayırma, sahtekârlık, yalan ve benzeri ahlâksızlıklara, vurdumduymaz bir tavır takınırlardı. Bu kayıtsızlık; “Ben mi yapacağım? Ben mi kurtaracağım? Bana ne? Bana mı kaldı?” gibi mazeretlerle toplum bilincinde tamir edilemez yaralar açabiliyordu.
“Sandalda yer almak istiyorsan kürek çekmeyi de bilmelisin” derler ya! Bir şeyler yapmak gerekiyordu. Sorumluluk almamak en kolay yol gibi görünmesine rağmen, toplumu yavaş yavaş uçuruma itebiliyor, kirletebiliyordu. Sen, ben yapmazsak, haksızlıklara dur demezsek, sırtımızı dönüp görmezlikten gelirsek, hep başkalarına havale edersek, bu çirkefin, bu kirliliğin büyümesi de kaçınılmazdı.
Sonradan da “Biz neden böyleyiz? Biz adam olmayız! Bizden ne köy olur, ne kasaba! Eller Ay’a gider, biz yaya!” gibi şikâyetlerde bulunmak, elbette çok komik oluyordu.
İnsanlarımızın çoğunluğu, dişini tırnağına takıp temiz bir toplum için çırpınıp dururken, birkaç fırsatçı da kendisine çıkar sağlamaya çalışanlara göz yumuyordu. Ahlâksızlıkla mücadelede topyekûn bir savaş olmazsa başarı için gereken süre daha da uzuyordu.
Yarınlar yorgun ve bezgin kimselere değil, rahatını terkedebilen gayretli insanlara aittir. ÇİÇERO
Adaletin sağlanabilmesi, yanlış yapanların yaptıklarının yanlarına kâr kalmaması ise ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenlik kuvvetlerine, adaletine inanmak ve yardım etmekle mümkün olabiliyordu. Bence yanımdaki bu genç asker, güzel ve olumlu bir örnekti. Ailesinden aldığı terbiyeye saygı duyuyordum.
Arabamız ilerliyordu. Nermin Öğretmen kitap okuyor, Mustafa bıkmadan yine resimlere bakıyor, arkamızdaki ihtiyar da şekerleme yapıyordu. Gençler, şakalarına tekrar başlamıştı. Oyunlar oynuyor, gülüşüyorlardı. Herkes kendi dünyasındaydı. Bir ara otobüsün aynasından yüzümü gördüm. Aklıma gençliğim, eşim, oğlum, kızım geldi. Şairin mısralarını hatırladım:
“Şakaklarıma kar mı yağdı, ne var
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz
Ya gözler altındaki mor halkalar
Neden böyle düşman görünürsünüz
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar...”
Dalmışım! Tatlı rüyamdan sert bir haykırışla uyandım. Sesi otobüsün camlarında yankılanan Karadenizli ayağa kalkmış, bir yandan bağırıyor, bir yandan da elindeki spor gazetesini hızla diğer eline vuruyordu. “Alın bu adamı yanımdan, alın, yoksa atacağım onu otobüsten, çabuk alın!” Yan koltuktakiler hemen girdiler aralarına. Biraz sakinleşti. Nefes alışı düzeldi. Döndü yol arkadaşına; “Tamam!” dedi. “Ama sen de dikkat et konuşmalarına, basma bir daha damarıma. Herkes gördü, hakem saymadı. Bal gibi goldü o!”
Düşündüm... Belki hayatımız da bir futbol maçı. Üstelik tek kale oynamıyoruz ki bu dünyada! Hayatın kendisiyle mücadele ediyoruz. Bazen gülüyor, bazen ağlıyoruz. Bütün golleri de biz yemiyoruz elbette!
Kimi zaman hayata gol attığımız da oluyor! Ne zaman ki mutluyuz, ne zaman ki son vermişiz içimizdeki kavgaya, ne zaman ki sarılmışız dostlara, ne zaman ki inanmışız sevginin tek anahtar olduğuna, işte bunların hepsi birer gol hayata... İş işten geçmeden, yaşlanmayı beklemeden...
Nasıl olsa bir gün biz de, okumayacak mıyız şu mısraları:
“Artık demir almak günü
Gelmişse zamandan
Meçhule giden
Bir gemi kalkar bu limandan...”
Neden erteleyelim ki sevgilerimizi! Bizim yerimize, başkaları mı sevsin çocuğumuzu, eşimizi, annemizi, bayrağımızı, yurdumuzu...
Hep, yarın yarın diyoruz! Peki, nereye kadar? Ya iş işten geçerse ne olacak? Ne fısıldıyordu kulaklarımıza şair;
“Büyük randevu bilsem nerede, saat kaçta?
Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta…”
HOSGELDINIZ (WELCOME)
Lutfedip,bana ulastiniz,tesekkur eder,sevgi,saygi ve selamlarimi sunarim.
Bu alan,bana ulasmada istasyon" amacli olusturulmus,diger alanlarda oldugu gibi Buket Turkay postaci,ilker Alptekin yonetici olarak gorevlendirilmiztir.
Lutfen sosyal aglarda kisisel bilgilerinizi,birtakim serefsizlerce kullanilmamasi icin vermeyiniz,ozen ve dikkatli olunuz.
Ozen ve dikkatli olmaniz icin,arzu edilmiyerek sunulan linklerimiz icin,iletisim bloggerinin sag dikey cubugunda asagiya dogru baglantilari verilmis tum alanlarimizi,duvarlarimizi gruplara sevk edilen iletileri bastan,sona ozen ve dikkatle okuyup,okutunuz,PKK durtmesi,ornek derseniz Ozkan Bostanci serefsizi,benzeri,cetesi ve Turkcell izmir teknik servis calisani,Belgin isimli,iffetsiz tacizci vb.gibi internetteki KADROLU serefsizlere,surtuklere karsi,ozen ve dikkatli olmalari icin dostlariniza oneriniz.Allah'a emanet olunuz.
Turk olmak;Guzel ahlak,Allah korkusu,kuldan utanma duygusu,insanca davranislar hanimefendi ve beyefendi olma hali namus,seref,herseyden ote yuksekmi,yuksek karekter gerektirir.Bu nedenle Ataturk NE MUTLU TURKUM DIYENE demistir.

TURKCELL IZMIR TEKNIK SERVIS CALISAN BELGIN ISIMLI IFFETSIZE,TURKCELL'E GONDERMELER
http://twitter.com/kemeraltiiscisi/
NETLOG Alanini,henuz olusturup sizin icin guncelledik.
MP3 Marslar,begeneceginizi umdugumuz dinletiler,karma gorsellerle videolar,E-Kartlar yuklenmistir,Muammer SEZER Demokrat partinin hazin halini,bu alanda ozetlemistir
Arz eder,saygilar sunarim
Buket Turkay
Secretaryship

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.